Burhan Günel – Aksayan

Günel bu metni yazmaya 1973’te başlamış, 1974, 1976, 1978 ibarelerinden anlıyoruz ki beş yıl içinde başka metinlerle uğraşmış, ara ara çıkarmış rafından da oynamış romanıyla, en sonunda bitirmiş. Başlangıçtaki haline dönmeyi başaramadığı, daha doğrusu metni yazma itkisini aynı biçimiyle, yoğunluğuyla tekrar yakalayamadığı için sesi aynı kalmamış, roman konudan sapmamış da anlatımının tonu değiştiği için çok parçalı bir anlatı formuna bürünmüş. Fark ediliyor, hani üslup meselesi olarak görülse görülür ama zorlama olur, esas oğlan Turan’ın yaşamına yaklaşımı anlatılan zamanın kısalığı içinde öylesi değişmez çünkü, anlatımın odağı kaymaz, belli bir sabitlik tutturulur. Yok, roman bu yönden çarpık, kusurlu. Değindim, patinaj çekmek istemiyorum, Günel’in ilk dönem metinlerinin sağlamlığı sonrakilerde kaybolduğu için yine iyi bir metinle karşılaşmayı beklemiyordum ama bu en kötülerden biri olabilir, kırkyamayı desenin üzerine oturtma çabasının başarısızlığından başka, diyalogların teatral havası olsun, muhtelif mantık hataları olsun, vasatın üzerine çıkamayan bir metinle karşı karşıyayız. Gerçi yarım saat sonra bir daha görmeyeceğim bunu, yazıyı o kadar sürede yazıp kitabı “verilecekler” yığınının üzerine koyacağım, tamamdır. Günel’in düştüğü nottan da bahsetmeliyim, ödül almadığı müddetçe kitaplarını yayımlayamayacağını söyleyen editörlere, altına imza attığı sözleşmelere uymayan, sözünde durmayan yayıncılara ateş püskürüyor, utanmalılar. Benzer sancılar çeken sanatçılara, giderek zorlaşan yaşam koşulları içinde romanını alıp okuyanlara selam. Kasım 1979, Ankara. Kerem Yayınları onca badireyi atlatan Günel’in kendi kurduğu yayınevi, bastığı ilk kitap da bu, kimseye el açmadan kendi işini kendi görmeye karar vermiş yazar. Kitabı nereden aldığımı hatırlamıyorum, Ankara olabilir, ilk sayfada “28 Şubat 1983, Ankara” yazıyor. Kırk yıl önceye selam, benden kırk yıl sonraya da selam, damgamı vurup tarih attım. Neyse, Turan’ın üç beş yıllık yaşamına bakacağız şimdi, tutunamama hikâyesine. Hastanede yatarken hastabakıcı Gülden’le yakınlaşıyor Turan, önce birbirlerini şöyle bir yokluyorlar. Anlatıcı değişiyor arada, üçüncü şahıs uzaktan bakıp neler döndüğünü sokuşturuyor araya, sonra yine Turan’ın gözünden görüyoruz. Flörtleşiyorlar, birbirlerini tanımaya çalışıyorlar, Turan biraz edebiyat paralayıp tutarsızlıklarını gösterince Gülden ağa düşüyor, Turan her şeyin çok kötü biteceğinden emin ama yirmilerinin başında bir genç, Gülden otuzlarında, yaşayıp görecekler. İntihar etmezse bizimki, sakat bacağının sebep olacağı korkunç gelecekten ürküp pencereye yanaşıyor, aşağıda eğleşen üniversite öğrencilerini izlerken kendini boşluğa bırakmayı düşünüyor da vazgeçiyor, yaşamın hızına erişemeyeceğini bilse de batmak, çamura bulanmak istiyor. “Değişen, durmaksızın yenilenen bir sürekli devinim almış başını gidiyordu. Yaşam da böyleydi. Erişmek isteyip de bir türlü yaklaşamadığımız değerlerin geçit töreni. Ve erişemedikçe mutlu oluyordu insan. Elde edilen her şey eski coşkusunu, sevincini yitiriyordu.” (s. 14) Büyük büyük laflar yüzümüzün bir tarafını buruşturuyorsa geleceği o an aydınlatmak diğer tarafını buruşturuyor, kötü bir anlatı işçiliği bu. Gülden geldiğinde kendi kendine konuşuyor Turan, kadın şaşırıyor, bizim okuduklarımız aslında bir iç monolog da taşıyor dışarı. Anlatıcıyı takip ederken dikkat etmek lazım, ne zaman Turan’ın zihnine girdiği önemli. Kişisel tarihler gelecek tabii, Turan nişanlısından ayrıldığını söyleyerek yarasını açıyor da hikâye daha garip, babası ölüm döşeğindeyken kuzeniyle evlenmesini söylüyor Turan’a, sonra amcayla anne evleniyor, Turan’dan amca kızıyla evlenmesini istiyorlar. Olacak iş değil, olmuyor. İlerleyen bölümlerde ailenin gudikliğine dair biraz derinlik bekledim çünkü Günel çatışmaları lirik diliyle iyi anlatır, alametifarikasıdır hatta, hiç dokunmamış. Gülden memur kocasının hapishanede öldüğünü anlatıyor bir ara, yine ilerlenebilecek alan açık ama ilginçtir, Demir’in babasının kim olduğundan hiç bahsetmiyor Gülden, memur adamın oğluna babalık yapıp yapmadığını da söylemiyor, bir tek yalnızlığı var ortada. Kurduğu bombastik cümleler bir de, Turan’ın değişik boyutlara sahip olduğunu söylüyor, hani kafasındaki adam tiplerinden hiçbirine oturtamamış da, ayrıca o boşluğu, yenikliğin madalyonunu taşımayı bilirmiş falan, bir ara oturup romanından parçalar okuyacak diye bekledim ama sözde kaldı o böğür deşici duygusallıklar. Hızlanayım, birlikte dışarı çıkıyorlar, film izlemeye gidiyorlar ama yarıya gelmeden bıkıyorlar filmden, dışarıda takılıyorlar. Gülden evine götürüyor Turan’ı, yıllar sonra sevişiyor, iyi. Oğlu ve annesiyle tanıştırıyor, kötü, Turan ailenin ortasına bombalama atlıyor böylece, kurmayı hiç istemediği ilişkilere gark oluyor. Gülden’in iffetsizliği geliyor sonra, Turan kadının fahişeliğe vardığını düşündüğü serbestliğini, rahatlığını yadırgıyor, Gülden istediği gibi yaşamasını engelleyen annesine saydırıyor, en sonunda Turan’a da saydırıyor ama bizim gebeş basıp gidiyor evden, ağlayan kadını bırakıveriyor öyle. Memlekete dönüp günah çıkarsa yükünü atar belki, biletini aldığı gibi dönüyor “İkinci Basamak”ta. “Bölüm” değil de “basamak”. Kısacık bir anlatı parçası, simetri sorunu da var metinde. Son basamak Turan’ın memleketten döndükten bir iki yıl sonrasına çıkıyor, adamımız tek göz odasında pisliğe batmış yaşamını sürdürmeye çalışırken yine bir kadına takılmış, bu kez çocukla daha yakın ilişkiler kurmayı başarmış ama. Kadının yağlı dudaklarından iğreniyor Turan, belli ki uzun sürmeyecek, çocukla kurduğu ilişki daha önemli. Ve patolojik, öyle ki çalıştığı tiyatronun kadın oyuncularından birinin evine gidiyor da çocuğu bırakmıyor evine, annesinin merak edip etmeyeceğini soruyor da çocuk gecelemeye dünden razı zaten, ayrıca çocuk yani, çocuğa sorulacak şey mi? Mantık hatalarının ilki bu, ikincisi Turan’ın ilkokuldan sonrasını bilmediğini söylemesi. Karnesi pekiyilerle dolu çocuğun, gelip Turan’a da gösterince adamımız tebrik ediyor, kendisinin okulla bağının zayıf olduğunu söylüyor arada. Nasıl zayıf, pilottun sen. Sonradan yatılı okuduğunu söyleyecek filan, e pilotluk için de bir okul, eğitim falan gerekir herhalde. Üçüncü hata aile ziyaretinde, Turan bir ara geçmişe dönüşlerle aile tarihini aydınlatırken ne annesi ne amcası arıza çıkarıyor, oysa kızı ortada bırakıp arazi olmuştu. Parasız kalırsa amcasının kucak açacağını umuyor, eski nişanlısının sevgilisinin maziye dair hiçbir şey bilmediğini düşünüyor, aptallık artık. Dördüncü hata davulculuk, şimdi bu adam uçuş eğitimi alıyor bir bölümde, eğitim almış yani, bu arada o bölüm gerçekten metni ayağa kaldıran bölümdür, Gece Uçuşu tadı verir. Evet, bir yerde cortlayan Turan uçağı düşürür, yanındaki iki kişinin ölümüne yol açarken kendi bacağını da sakatlar, aksaktır artık. Daha ağır yaralanmaması, eh, tamam diyelim de basit bir kaza gibi durmuyor o, uzun süre boyunca hastanede yattığını da düşünürsek bu adam askeriyeden ayrıldıktan sonra nasıl davulculuk yapıyor? Memlekette davul takımı varmış, arada tümbürdetirmiş, hadi ikna olalım da müzikli oyunlarda çalmasına ses etmeyelim. De nasıl etmeyelim, bildiğimiz davul seti var adamın önünde, hi-hat falan hiç sallamıyor herhalde, başka nasıl olacak.

Dertlere boğulup bitelim: tiyatronun başrol oyuncusu ve sahibi tam bir dallamadır, Turan’a hak ettiği maaşı ödemeyip bir de diklenince ipler kopar, acıyan bakışlara karşı koyamayıp aktrisin evine gider çocukla birlikte. Teselliyle dolu bir gece geçirirler, uyku vakti gelince sızarlar ama tak demiştir artık, Turan mutfağa gidip su kaynatır, kahkaha atar, suyun altını kapatıp gazı kökler, ölmeye yatar. Hiç düşünmez içeride çocuk uyuyor, aktris çok iyi kadın, ev havaya uçsa uçar. O noktada bırakıyoruz adamı, hikâyeyle vedalaşıp unutmayı bekliyoruz artık.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!