Tezcan’ın konsept öykülerinde görebileceğimiz birkaç şey: Karagöz ayarında espriler, arada sırada tebessüm ettiriyor, güldürmüyor. Hastanelerde olup bitenler, hastanelerde biraz olsun vakit geçiren varsa bildiktir. Hastasından doktoruna her çeşidinden hastane insanı, ben daha çok refakatçi kısmında yer aldığım için o kısımda gözlem iyi, gerçek insanlar. Bankta uyudunuz, acil servisin boş yatağını verdiler de müşahede altında tutulan yakınınızı beklerken daldınız gittiniz, kantinde sessiz sessiz oturan insanları izlediniz, gecenin köründe koştur koştur gelen doktora korkuyla baktınız, tamamdır, olup biten her şey bu öykülerde var. Derinliği yok ama, olay temelli öyküler bir sahneyi alıp bırakıyor, vurucu sonlarla veya okuru belli bir duygusallık noktasına getirip bırakmakla yetiniyor. Skeç izler gibi okursunuz yani, dramdan nasibinizi alıp diğer öyküye geçersiniz. Araya cılız eleştiriler, hastane sisteminin dandikliğinden politik dalaverelere genişçe bir yelpazeden seçilmiş, serpilmiş arızalar resmi tamamlıyor. Üçüncü öyküden sonra okumayı bırakmak isteyen bırakabilir, kurgu yeni bir şey vadetmez artık, yine de hikâyenin peşinde koşmak isteyenler için elden düşmez bu kitap. Üç yıldır hastanelerde yatıp kalkmıyorum, oraları özlediğim için okudum ben. Ara bir dönem oldu, rahatım, annemin hastane seferleri başlayana kadar tamam. Dedim ve kansere yakalanıp öldüm üç ay içinde falan, neye yakalanacağımı kimin ne bilesi olur. Zonguldak’ta çalıştığım sırada kansere yakalanıp kısa sürede hayatını kaybeden Bora var, çocukluk arkadaşım, Nazlı ablanın dediğini hatırlıyorum sade, anneannemin on güne öleceğini söylediğini. Hastabakıcı olduğu için itimat etmiştim. Sabaha karşıydı, çay almıştık, hastanenin bahçesinde sigara içiyorduk. Bunları yazdım, dursun, Bora’yı yazıyorum, o da duracak bir yerde. Çok aptalca, aslında Bora’yı yazmıyorum ama niyetim o. Eşlenecek gibi olmadığı için sadece su dövüyorum, başka şey değil. Bu imkânsızlık durduruyor işte, başkalarının çabalarını görmek için okuyorum, onların da benzer noktada takıldığını görebilmek için. Bu da mümkün değil, insanla ilgili hiçbir şey mümkün değil, sinirimi bozuyor bu. Öykülere gidelim, ölümlerden hiçbir şey çıkmasa da solup giden ışık, onu görmek için.
“Kalanlara Selam Olsun” ambulansın içinde ölmek üzere olan bir adamın kısa hikâyesi, adam bedeninden bir karış uzaklaştıktan sonrası. Gördüğünü anlatıyor, biraz da gerisini anlatacak, gözlerinin önünden film gibi akıp giden şerit mi neymiş, sirenlerin içinde bedenini bırakıp gitmekten korkuyorsa artık. Siren korkutucu bir şey bu arada, ambulansın içinde yol aldınız mı hiç? Askerde revirciydim, fenalaşan bir arkadaşı hastaneye yetiştirmeye çalışırken konuştuklarımız o kadar sıradandı ki her şeyin o basitlikte gerçekleştiğini, ömür boyunca sahte bir dibe ulaşmaya çalıştığımızı düşündüm, hastaneye varınca geçti. Evet, bu öyküde anlatıcımız Türkiye’nin haline uzaktan yakından bakar, ölürayak içini boşaltır. “İnsanların arasında hep uçurumlar oldu. Bir ara öteki Türkiye diye bir şey tutturdulardı televizyonlarda. Böyle yoksul, aç, sefil insanları haberlerde gösterip hüzne boğdulardı bizi. Her gün ağlatacak bir haber buldulardı. Onlara ağlamaktan kendi yoksulluğumuzu unuturduk hani.” (s. 165) Geliniyle oğlunun sahilde, güneş altında bıraktığı baba veya anne, hayatında ilk kez söz hakkına sahip olmuşçasına anlatıyor, evladının okuduğu kitaplardaki öykülerden, şiirlerden bahsediyor, en sonunda paramediğin kalp masajını bıraktığını söylüyor da noktalıyor dersi. “Çan Eğrisi” biçimiyle iyi, altı aylık aralarla üç diş doktoruna görünen karakter nihayetinde üç doktordan da aldığı görüşlerin ortalamasını çıkararak ne yapması gerektiğini anlar çünkü birinin ak dediğine diğeri bok demektedir, en iyisi üç kişilik örneklem grubunu incelemektir. Yaklaşım farkı, biri elektrikli diş fırçasını överken diğeri yerer, biri bilmem neli diş macununu önerirken diğeri beyaz yakalı silkeleme yöntemi olan hiçbir şeyi önermez, geleneksel yollardan ayrılmamayı tavsiye eder. Evet. İcattan kazanıyor öykü, kazanç bu kadar açıksa kıymeti ne, okur biçsin. “Şevket’in Neş’e-i Uhrâsı” tipik Tezcan öykülerinden, ağzı laf yapan anlatıcı öyküsü. “Şevket köyün en güzeli. Belki. Sanmıyorum. Görünüş olarak? Yok yok, kalbi temiz manasında. Kimisi için değil. Köyün en ilginç insanı. Bu daha inandırıcı. Yüzü, başı iki tutam yün yumağı gibi saç ve kıl. Başka da bir şey yok.” (s. 173) Üslup mu, eser miktarı taşıyan bir süreğenlik lazım artık, hikâyeye daldıkça ortadan kalkarsa ne ki. Şevket işte, anlatıcıdan on yaş büyük, birlikte ilkokula gidiyorlar, birlikte liseye gitmiyorlar çünkü yıllar sonra Şevket hâlâ ilkokulda. Adı “Birinci Şevket” kalıyor, Birinci içmiyor, hayatında iki kez doktora gittiği için, bu kez lakap takılmıyor, yoksulun durumu ölmeye yatmadığı sürece doktora gitmemek. Öykülerin çoğunda geçer, ilaca para vermek istemeyen kafayı vurup yatıyor, doktora uçlanmak istemeyen ağrıdan sızıdan geberse de işine bakıyor, kısacası hastane yoksullar için değil. Şevket köydeki bütün pis işleri yaptığı için hastanelik olmaya en yakın kişiydi, oldu, milletin bokunu çekerken ne kaptıysa apar topar hastaneye yatırılıyor, ziyaretine gelen köylüler aynı dalgaları sürdürüp aşağılamaya kalkınca Şevket karakterinin niteliklerinden hemen kurtulup vecizelerini sıralıyor arka arkaya: yoksul olduğu için çektiği eziyetin yanında akıldan yana kıtlığını daha fazla duymasına gerek yok, gülmeye gelenler defolup gidebilirler, giderlerken de getirdikleri hediyeleri Şevket’in eşine götürsünler çünkü iş yoksa ekmek de yok, ailenin hediyelere ihtiyacı olacak. Yaşar Usta modu, acıyla karışık gülmece, eh.
Hastabakıcı öyküsü o eski babaların dünyasına yakından bakmamızı sağlıyor. Kim yazmıştı, bir zamanlar hastabakıcılar iğne yaparlarmış, tansiyon ölçerler miymiş hatırlamıyorum ama hemşirelerin yaptığı çoğu işi yaparlarmış, o dönemlerden bir abimiz yeri geldiğinde doktorların forsunu söndürdüğünden, kimlere kimlere ne iyilikler yaptığından bahsediyor. Hak yememiş de ihtiyaç sahiplerini korumuş, kollamış, arada sopa yediği de olmuş: “İnsan dediğin kısım kısım işte. İyisi de var, kötüsü de. İşini iyi yapanı da var, kötü yapanı da. E şimdi bu hasta yakınları, hastaları öldüğü zaman doktorlara saldırıyorlar. Olacak iş mi yahu? Bir keresinde araya girdim, benim de burnum kırıldı…” (s. 181) Adam iyidir de bazı hastalıklar onmaz yaralar açar, eşine bulaşanına diş geçiremez de yalnız kalır adam, onun hikâyesini anlatır. Hastalık yaman çıkmıştır, kadıncağız eşinden razıdır, adam şifa veremediği eşinin yasını tutarken elini uzattıklarının da rızasını aldığını umut eder. Kimsenin gönlü kalmamışsa, kendisi gönül kırmamışsa yeter, yaşadığını bilecektir hastabakıcı. Hemşireli öykü kitaptaki en hüzünlü öykü olabilir, hayalini gerçekleştirip hemşire olan genç kıza tecrübeli olanlar hastalarla yakınlaşmamasını tembih ederler çünkü çocukların göçüp gittiğini görmek tarife gelmez. Pediatri, onca hasta çocuk, aralarından birkaçının kurtulması için elinden geleni yapan kız istemsizce yakınlaşır biriyle, onun kurtulması için dualar eder, elinden gelenin fazlasını yapar ama acı sondan kurtaramaz çocuğu. Yıkım. İstifasını basar, diğerlerinin uyarılarını dikkate almadığı için pişman değildir ama diğerlerinin üzüntüsünü anlar, gerçekten yakınlaşmamak lazım o işi yapabilmek için. Uzunca öykülerde bu vakaları içeriden görürüz, hastaneye yatışın öncesinden çıkışa kadar -çıkabiliyorsa hasta- neler yaşanıyor, insanlar sabırlarını nasıl muhafaza ediyorlar, gündelik yaşamın detaylarıyla yoğruluyor da çıkıyor karşımıza. Asgari öykü bunlar, denk gelinirse okunur, gelinmezse aranmaz. Hastanelerde işlerin nasıl döndüğünü merak edenler kaçırmaz.
Cevap yaz