Cumhuriyet için röportaj yapmak üzere Edirne’ye gider anlatıcı, Bekir Yıldız, anlatıcı diyelim biz, Kapıkule’de yakaladığı göçmenlerle konuşur, Almanya’da işçi olmanın, memlekete temelli dönmenin nasıl bir şey olduğunu anlamaya çalışır. Kendi de çalışmıştır kaç yıl, nihayetinde dönmüş, yaşadıklarını metinlere dökmüştür de yıllar sonra dönenlerden bazıları konuşmaya bile yanaşmaz, başlarına iş gelir diye uzak dururlar. Anlatıcı zorlar, biraz fazla zorlar hatta, neyden korktuğunu anlamaya çalıştığı biri cahil olduğunu söyler, ilkokuldan ötesini okuyamamıştır, bu yüzden dinlemeye, kaydetmeye değer hiçbir şey söyleyemeyeceğini düşünür. Bahane. Bir diğeri ikindi namazına geç kaldığını, gitmek zorunda olduğunu söyler de ikna eder anlatıcı, adamın havada kalmış işini gümrük müdürüyle çözebileceğini söyler, kısa süre önce müdürle görüşme yaptığı için adamın ofisine kolaylıkla girerler, işi hallederler, sonra rica minnet konuşmaya başlar gurbetçi Mustafa Yalçın. Ses kayıt cihazına tepki gösterir, anlatıcı da Müslümansa gavur icadına ne gerek vardır din kardeşleri arasında, işinin görülmesinin hatırına razı gelir. İşsiz kalmıştır Almanya’da, davul zurnalarla geldikleri ülke en sonunda geri postalamaya karar vermiştir ilk gelenleri, bu yüzden yaşlılara yerleri yoktur. Beş çocuğu var Yalçın’ın, üç oğlan Almanya’da Türk kadınlarla evlenmişler, ailelerini kurmuşlar da çalışmaya başlar başlamaz tek bir maaşlarını bile vermemişler babalarına. Uğur parasıymış, en azından bir maaş verilirmiş ama Almanlar kendi âdetlerini benimsetmişler işçilere, on sekiz yaşından sonra bağımsızlıklarını kazanan çocuklar babalarını saymamaya başlamışlar. Kızın büyüğü on sekiz yaşındaymış, orada doğup büyümüş, haliyle dönmek istemiyormuş. Yalçın bağlamış kızın elini kolunu, çarşafa sarıp arabaya koymuş, zorla getirmiş memlekete. Küçüğü beş yaşında, doktor olmak için Türkiye’de okuması gerektiğini söylemişler, onun işi kolay olmuş. Almanya berbat haldeymiş, yeni nesil diskoteklerden çıkmıyormuş, kazandığı parayı şak diye harcıyormuş, kadınlı erkekli ortamlarda gavurluklar yapılıyormuş, eyvahmış. Su gibi içmeyenlerle dost olmuyormuş Almanlar, namus mamus hiçbir şey kalmamış. İşsizlik maaşı mıdır geride kalan, bazıları bezmiş de almamış, bazıları kovalamak için geri dönecek, Yalçın’ın da alacağı varmış bayağı.
En iyi röportaj ilki sanıyorum, anlatıcı ve foto muhabir Ender el ediyorlar da kırmızı bir minibüse atlıyorlar, sınır kapısına gidecekler. Şoför Şenol Yanarlar, yanında eşi Emel, çocuklar, yallah Almanya. “İnsanları ve eşyaları kuş gibi uçuruyordu minibüs. Motor gürültüsünde konuşabiliyorduk. Motor gürültüsünde konuşabilmek alışkanlığı, bize Almanya yadigarıydı.” (s. 8) Çocuklar Almanya’da doğmuşlar, beş yıl önce Türkler müracaat edip bir Türk okulu açılmasını istemişler, istekleri yerine gelmiş hatta bir de Türk öğretmen göndermişler, veliler öğretmenin dertlerini aralarında çözmeye çalışıyorlarmış da asıl sorun velilermiş, çocuğu okula verdikten sonra umursamıyorlarmış paraya düşkünlükleri yüzünden. Zaten düşmanlık varmış, bu umursamama yüzünden Almanlar iyice tilt olmuşlar, velilere sarıyorlarmış. Okul varken iyi de o sıra yirmisine gelmiş gençlerin durumu fenaymış: “‘Almanlaşmak istiyorlar, Almanlar kabul etmiyor. Türklerle bütünlük sağlayamıyorlar. Bu çocukların çoğu, Ne Mutlu Türküm sözünü bile bilmez. Hatta Atatürk’ü bile tanımazlar. İzine gelip giderken, ayıp olmasın diye öğrenirler, kulaktan dolma.’” (s. 9) Alman gençlerine uyup diskoya gidiyorlar da başka Alman gençleri istemiyorlar onları orada, aralarında çatışmalar çıkıyor, özellikle eli yüzü düzgün Türklere bileniyorlar. Kovmuyorlar ama, Türklerin harcadıkları paralar ekonomiye doğrudan katkı, tutuyorlar kendilerini. Gelenek görenek sıfır zaten, aileye bağlılıkları da yok, tam bir kayıp nesil şu Almanlarınki. Fabrikalarda durum özellikle 1983’te, kriz zamanı iyice kötüleşmiş, işten çıkarmalar ve memlekete fişeklemeye çalışmalar iyice can sıkıcı hale gelmiş, Şenol Yanarlar’a göre Türkleri daha bir yollamaya çalışıyorlar. Anlatıcı soruyor, işçi bütün hakları verilerek işten çıkarıldığında bunu Türk düşmanlığı olarak yorumlamak aşırı değil mi? İlginç geldi bu, Yıldız’ın metinlerinde Almanlar mütemadiyen gömüldüğü ve meseleye ırkçılıktan başka bir açıdan yaklaşılmadığı için işten çıkarmaların bir “sistem sorunu” olduğu, kapitalist politikaların kıyıma yol açtığı ilk kez böylesi açık bir biçimde dile getiriliyor, iyi. Yanarlar’a göre milliyetine bakmadan vatandaşlık puanını tutturamayan işçilerin işten çıkarılması haksızlıklara yol açıyor, yine sigortada biriken para meselesi. Ayrıca otonomi hızla yayıldığı için de işten çıkarmalar hızlanmış, makineler fabrikaları ele geçirdikçe işçi ihtiyacı azalmış, “elektronik beyin”ler ileride çok daha büyük sorunlara yol açacakmış. 1980’lerden gelen bir ikaz, öncesi de vardır, bizde yeniymiş gibi konuşuluyor da Türk işçiler mevzuya aymışlar çoktan. İki mesele var, ilki Almanya’da yirmi yıl boyunca çalışıp gücünü yitirenlerin memleketlerine postalanması, ikincisi de sosyal yardım alarak çalışma ihtiyacı duymayan Almanların yükü. İşsizlik maaşı bitince sosyal yardım başlıyor, Almanlar bunu bir güzel kullanıyor, Türkler kullanmaya çalıştığında kapıda birileri bitiyor, öyle ekmek elden su gölden yaşanmayacağını, çalışmaları gerektiğini söylüyor da iş vermiyorlar bu adamlara, bir an önce ülkelerine dönsünler diye her türlü arıza çıkarılıyor. Bazıları güle oynaya dönüyor da oranın rahatlığına alışanlar için çok zor dönmek, memlekette elektrik yok, su kesiliyor sürekli, konforlu yaşam her hücreye nüfuz ettiği için bu şartlarda yaşamak istemiyor çoğu işçi, Yanarlar da Almanya’dayken daha mutlu olduğunu söylüyor. Biraz da devletle alakalı, gerekli kurumların eksikliği, misal hukuki konularda yardımcı olacak birimlerin yokluğu yüzünden çok sıkıntı çekiyormuş işçiler orada, oysa yılda 2,5 milyar Mark gönderiyormuş Türkler memlekete, devlet iki kurum açamıyor muymuş? “‘Efendim, bize sahip çıkılmadığı için, günbegün eriyerek döndüğümüze göre, dönenlerin gönderecekleri döviz, zaten turistin ödeyeceği, bırakacağı dövizi otomatikman aşar… Bizim, bir defa merhameti kaldırmamız lazım. Almanların, bugün kazanmalarının yegane nedeni merhametsiz oluşlarıdır. Babasının annesine, annesinin çocuğuna dahi merhameti yok. Yük taşımaz bunlar. Bunlar, merhametten çağırmadılar bizi oraya. Canımızı çıkarıyorlar. Gelin görün, her tarafı asfalt Almanya’nın. Her tarafı çiçek bahçesi. Kim yaptı bunları? Biz yaptık bunları.’” (s. 17) Çalışmak, para biriktirmek ve dönmek istiyor bu insanlar, orası onlara baki değil, Alman toplumu onları dışlıyor ama diğer yanda çatır çatır hesap sorabilme güçleri var, işi biliyorlarsa tongaya düşmeden rahat içinde yaşayabiliyorlar eğer biraz tutumlularsa. Türkiye’de kir içinde kalmış Yanarlar, sular kesikmiş, Kocamustafapaşa’daki baba evinde azıcık su bulabilmişler ama bir hafta önceymiş bu, dertliler.
Diğer sorunlar: gümrükte eşya yakalatma. Son derece keyfî bir sistemi var gümrüğün, mesela dönenler acayip lüks elektronik aletler getiriyorlarmış, Türkiye’ye göre lüks tabii, ticari faaliyetlerde kullanılması yasak olan bu aletleri getirenlerin memleketlerinde elektrik yoksa -bunu nasıl tespit ettikleri belli değil, dediğim gibi tamamen keyfî- el koyuyorlar. Beyan edilmeyen mallara da el koyuyorlar, kaçak malı gümrükten geçirebilen memlekette övülürken parasını ödeyip geçirene enayi gözüyle bakılıyor, tam memleket manzarası. Para tutma yok Türklerde, ne buldularsa harcıyorlar, memlekette bir iki gayrimenkul almak yetiyormuş onlara ki o kadar gayrimenkul az şey değil. Anlatıcının aralara sıkıştırdığı bir iki metin var, Alman Ekmeği‘nde de yer alıyordu misal Fadime’nin röportajı, tekrar karşılaşmak can sıkıcı.
Gurbetçilerin yaşamlarına yakından bakış, iyi metin. Açtıkları kuaföre Türk müşterileri almayan Türk çiftin röportajları matrak, yılmışlar artık cahil cahil insanlardan, Almanları övüyorlar.
Cevap yaz