Bekir Yıldız – Aile Savaşları

İlginç roman, üstkurmacanın numara olmaktan çıkıp hikâyeyle doğrudan bağ kurmasına iyi örnek, anlatıcının eril eril üfürmesinden ötürü sinirleri sağlam bozuyor. Bekir Yıldız olduğunu söyleyemeyiz anlatanın, Yıldız’ın kitaplarının adlarıyla kendi kitaplarının adları aynıdır, evet ama kurmacanın içinde herkes bir başkası olduğu için normal. Aile Şirketi‘nin devamı olarak görülebilir bu roman, geceden sabaha tartışan çift yerine orta yaşlarının sonlarına gelmiş erkek karakter var merkezde, boşanma ve tekrar evlenme aşamalarını anlatıyor. Yan hikâyelerden ilki başta, anlatıcının ikinci eşle yaşadıklarıyla ardışık verildiğine göre şunu çıkarmamız gerekiyor: hikâye anlatıcının annesinin aile yaşamını, polis eşinin peşinde oradan oraya savrulmasını ve çocuklarına düşkünlüğünü içerdiğine göre ideal bir anne var ortada, anlatıcı denizin dalgalarına değil de minareden gelen sese kanatlanan annesini modelmiş gibi işliyor, kadınlar ancak annesi kadar özenli, şefkatli ve ev işine düşkün oldukları müddetçe kadın. Diğer yanda işinde gücünde, yaşam enerjisiyle dolu yeni eş var, karar vermesini istiyor adamdan, ne konuda karar vereceğini sonlara doğru göreceğiz ama aradaki kontrast gözümüze sokulduğuna göre anlatıcının anası gibi bir kadını istediğini söylemek aşırı yoruma kaçar mı, şundan sonra sanmıyorum: “Onun kokuları bile bana ait değildi. Benim payıma düşen, iş dönüşü, ona sarıldığımda, pek çok erkekle birlikte çalıştığı küçücük bir odada, yüzüne üfleyerek içtikleri sigaraların, saçlarına sindiği koku oluyordu hep…” (s. 7) Sekizde işte olması lazım kadının, her sabah eşine veda ederek, öpücükler vererek çıkıyor evinden, Kadıköy’den vapura binerek Karaköy’e gidiyor, çalıştığı bankanın binasına giriyor. Adam evde, aklındaki metinleri yazıya dökmeye çalışırken eşinin o sırada neler yaptığını merak ediyor, aklına yirmi beş yıl evli kaldığı ilk eşinin aldırdığı çocuklar geliyor. Kadın gebe olduğunu söylediğinde isterse aldırabileceğini söylüyor anlatıcı, akşam eve geldiğinde eşinin narkozlu ağzından, kül rengi yüzünden bir çocuğun daha öldürülmüş olduğunu anlıyor, hastane sürecinde eşinin yanında olmadığı gibi sonrasında da ne bir yakınlık ne bir şey. Yargılayıcı olmamak zor ama yargılamamalıyız, kadınlara eşya gözüyle bakan bir adam var karşımızda, kurgu ürünü. Bir ölçüde. Doğru olanı sorguluyor adam, toplumun dayattığı mı doğru, birey olarak düşündüğü, kani olduğu mu, arada kalmışsa da kendi düşünceleri baskın. En katısından düşünceler bunlar, yaşamı çerçeveler içine sıkıştırıyor, üstelik başkasına yer yok o çerçevelerde. “İşte evi… Ama nerde kendisi?.. Aşeren bir kadın olarak, midesi bulandığında, evinde şöyle uzanacağı pek çok eşya olmasına karşın, şimdi başını çalıştığı, önünden milyonların gelip geçtiği bir banka masasına koyabiliyor muydu?” (s. 11) Çocukluğa dönüş sonra, anlatıcı o hale nasıl geldiğini incelemiyor da kodları veriyor, eşeleyebiliriz. Urfa’nın sıcağı kerpiç evlerin her köşesine siniyor, yıldızlar tepede ışıl ışıl. İki abisi toprağa verilmiş, babası Diyarbakırlı, annesi tek başına debelenen bir kadın: anlatıcı için zor zamanlar. Anne “bir eksik etek” diyor kendine, anlatmış o zamanlarını, polisliğe başlayan eşle birlikte Kastamonu’ya taşındıklarında soğuktan şikayet etmeye başlamışlar bu kez, hele hayatında ilk defa giydiği mantodan bir utanmış, ömür boyu. Ölümler bitmek bilmemiş, eşinin ölümünden sonra asabiyeye gider olmuş anne, anlatıcı yalnız bırakmamış ama ışığı sönmüş o gözleri de unutamamış. Kadın yardıma muhtaç, hastanede yatarken bacakları açıkta kalmış bir ara, gelen geçen yaşlı başlı kadının bacaklarına bakmasa da anlatıcı hemen kapıyor. Viyana’dan bir abi geliyor, ülkenin köşelerinden iki kız kardeş, anne toprağına çağırıyor çocuklarını. Vedalaşıyorlar, Hızır’ın geldiğini söylüyor anne bir ara, gözlerini kapıyor. “Annem, devletsizlikten, sevgisizlikten ölecek. Ama, öldüğünde, gömülen annemiz olmayacak. Onun yerine başkası gömülecek. Öteki çocukları ağlaşırken, ben annemi kefeniyle kaçıracağım. Son soluğuna can vereceğim. Kara yüzlü hocama inat, annemi bir güzel iyi edeceğim. Sevgi sunamadım ama, bilimle yıkıyacağım onu.” (s. 21) Bilimden kasıt sosyal bilim herhalde, ikinci eşi cam çerçeve indiresiye sinirlendiren savlar, zaten sevgi sunamadığını, sevgiden yana yoksul olduğunu söylüyor anlatıcı. Kara yüzlü hocanın pek bir kötülüğü yok, gerçekleri söyleyen bir adam sadece, anlatıcı edebî atak geçirerek ortalığı bulandırıyor sadece. İkisinin konuşmaları evlere şenlik, aşırı lirik, metinden kopup gidiyor. Geri dönelim, anlatıcı eşinin peşinden çıkıyor dışarı, Kadıköy İskelesi’ne gidiyor, kadınları izlemeye başlıyor. Gebe hemen hepsi. Çoğu işsiz, bir şeyi kaybetmişler de bulmaya çalışıyorlar sanki. Kentte köşe kapmaca oynanıyor, herkes bir şey arıyor, anlatıcı ne yapıyor? Klişeden teyyareler, kentin kaosundan vecize çıkarmalar, boğucu. Tam burada romanın en bombastik bölümü başlıyor, anlatıcı kıyıdaki kitapçılardan birine yaklaşıp vitrine baktığında kendi kitaplarını görüyor, başından aşağı kaynar sular dökülüyor. Yarısı nafaka diye bağlanmış eski eşine, dava numarasını falan veriyor kararın gerçekçiliğini artırmak için, tuhaf. Beyninin yarısını söküp almışlar mahkemede, oysa kadınla sevgi hakkında yıllar boyunca konuşmuşlar, sevginin bağımsızlığından, evliliği aşabileceğinden, kurumlara yem olmayacağından bahsetmişler de öyle olmamış, kadın boşanmak istemediğini söyleyince anlatıcının açtığı dava düşmüş. Gerekçe ilginç, kusurlu olan tarafın açtığı davadan zafer çıkmaz çünkü ne yapmış olursa olsun anlatıcı, müstakbel eşiyle gidip otellerde kalmıştır, el ele dolanmıştır, bilmem ne etmiştir, boşanmak için sebep değildir bunlar, hele kadın evliliğin sürmesini istiyorsa. Temyizden de iş çıkmaz, sonra kadın atağa kalkıp bu kez kendi açar davayı, nafaka olarak “yazımına katkıda bulunduğu” eserlerin tüm haklarını kırk yıl boyunca almak ister. Kazanır da, anlatıcıyı ağlatacak kadar büyük bir zaferdir onun için, adam resmen aklının çalındığını, eski eşinin sevgiden zerre anlamadığını söyler, acılara gark olur. Onca öyküsü, romanı elden gitti sonuçta, neyse ki katakulli yaparak anlatılarındaki karakterlerin önemli bir kısmını, olayları, hikâyeleri kaybetmeyecek, hepsini bir araya toplayarak ya mahkeme salonuna ya düşüncelerine saçacak, her şeyin eski eşine geçmesini engelleyecektir. Eşkıya mı var, karakter, kapıya bir tekme savurup salona dalar, yaratıcısına kızıp kadınları sevmeyi öğrenmesi gerektiğini söyler mesela, süper.

Anlatıcı manipülatif, kandırıkçı bir adam, feodal kafa. Boşanmayı başarır, hemen ardından sevgilisine evlenme teklif eder. Kadın akıllıdır, adamın aynı haltı yiyeceğini bilir ve teklifi bir aşağılama olarak görür, zinciri boynuna dolamaya hiç niyeti yoktur da âşıktır sonuçta, evlenirler. Sorunlar başlar, adamın söylediklerine karşı az bile yapar kadın, basıp gitmek adama bir ödüldür çünkü. Nedir, adam ailenin çürüdüğünü, tüketim toplumunun bir kurumu haline geldiğini, kıymetsizleştiğini söyler. Kadınlara sallamaya başlar sonra, erkeklerin karşısında güçlü -eşit de diyebiliriz- olmak isteyenlerin çocuk yapmaktan başka bir halt bilmediklerini söyler, yetmezmiş gibi çalışma hayatına atıldıkları için eleştirir kadınları. Ne gerek, kocalar işte veya evde bekliyorlar karılarını, karılarsa işlerde güçlerde vakit öldürüyorlar, ne korkunç! Kadın hamiledir, çocuğu doğurmak da ister ama anlatıcı -üç çocuğu var- öyle safsatalara başvurur ki beyni yakar. Söylediklerine inanıyor, misal kadınlar işe gitmeyip evde otursalar daha az tüketirler, sevgiyi çoğaltabilirler, erkeklere hizmet ederek huzuru koruyabilirler. Kadın, garibim, başta ne söylediğini anlamaz adamın, yani çocuğu olacağını söylemiştir bir, kapitalizmin aileyi ele geçirmesinin çocuk doğurmakla, kendi çocuğuyla ilgisini anlayamaz. Kesin, net sorular sorarak adamın iyice saçmalamasına yol açınca dayanamaz artık, adamın bencilliğini, hoyratlığını, odunluğunu yüzüne vurmaya başlar, kapıyı vurup çıkar. Helal olsun. Adam hiçbir şey olmamış gibi kadının karşısına çıktığında da çocuğu aldırdığını, artık kendi hayatını yaşayacağını söyleyip veda eder adama. İkisi de birbirlerine âşıklardı zamanında, adam her şeyi analiz etmeye meraklı olduğu için mahvetti büyüyü. Kadın sadece yaşamak, doğurmak istiyordu. Bilemiyorum, ikisinin söyledikleri de uzun uzun tartışılacak cinsten.

Kötü yazılmış bir roman, hikâyesi iyi.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!