Tutku tohum, İzmir’in bir köşesinde büyüyen çocuklardan birinin kalbine atılmış. Karşıyaka’da 1970’ler, çocuk için çok parlak büyü: Kandemiroğlu Apartmanı’nın yanındaki üç katlı binada ünlü bir yazar oturuyor, kim oturuyor? Bahçenin dip duvarının önünde ahşap kapılı depolar var, çürük. Horozlar dolanıyor, ünlü yazarın kızının kurbağaları zıplıyor oradan oraya, görüntüler henüz biçimlenmemiş bir zihnin üreteceği heyecanlarla dolu. “Berraklıkla hatırladığım bahçedeki mutlu keşiflerimde, inanması güç ama, topla karşılaşmamıştım. Çocukluğun zamandışı dönemi hükmünü sürüyordu henüz. Zamanın olmadığı yerde bazen ağaç, bazen sulanmış çimenin ferahlığı, bazen de kurbağaydım. İnsanın büyük sıkıntıdan önceki hali yani.” (s. 12) Hoşluk şurada, hikâye ilerledikçe iki bahar arasındaki yazın rengi kayboluyor, sıradan bir yaşamdökümüne dönüyor anlatı, “büyük sıkıntı” metni de ele geçiriyor. İkinci aşamayı tırrıt diye geçip ilkine dönmek istiyorum, esas cevher orada. Beşiktaş maçına gelelim, İzmir takımlarının 1. Lig’e çıkamama laneti bittikten sonra “Üç İstanbullu” nihayet İzmir’e geliyor, anlatıcı Karşıyaka için tezahürat da yazdı, deplasmanda dayak yeme tehlikesi de geçirdi, yine de gönlündeki ikinci takım Beşiktaş olduğu için gidip deplasman tribününde izliyor maçı. Çekiniyor biraz, sonuçta abileri çıngar çıkarabilir. Ki çıkarıyorlar, tribünün kodamanları ara sokakta beklerlerken gençten bir fanatik çekiveriyor bizimkini sokağa, tartaklama başlıyor. Birlikte kaç maça gittiler, kaç kez dayak yemenin kıyısından döndüler, yoldaşlığa rağmen bir tekme, bir yumruk. Hiçbiri anlatıcıyı bulmuyor ama mesaj sert, bir daha Karşıyaka tribününde görmeyecekler anlatıcıyı, yoksa fena yaparlar. Çocukken kıyıdan köşeden girip büyülendiği stada aynı yolla giriyor genç adam, çöküp hüngür hüngür ağlamaya başlıyor. Büyü kaybolmuştur artık, futbol aşkı yine hissettirir kendini, yine de araya mesafe girmiştir. Bornova Anadolu Lisesi’nden sonra Brüksel’e gider anlatıcı, orada futbol da muhabbet konusu olmadığı için hayat gailesi, iş güç derken tutku çürümeye başlar. Memlekete dönüş, ardından üniversite, spor yazarlığı. Aykut Kocaman’ın bir yılını yakından takip edecektir anlatıcı, İstanbulspor’un teknik direktörünün portresini çıkaracaktır. Eh, istediği gibi çalışamaz çünkü çalıştığı gazetede amirler arıza çıkarırlar sürekli, olduğu kadar artık. Bir yayınevi için futbola dair metinler hazırlar, gazetesinin spor sayfalarını arşa çıkarır, yine de kimseye yaranamaz da el çektirirler. İçeriden bilgiler geliyor sonra, tarafsız olması gereken spor yazarlarının nerelerde, kimlerle dolandıkları, kazılan kuyular, yalanlar dolanlar derken iyice soğur o dünyadan anlatıcı, çarpıklıklara değindiği zaman tepesine binmeye çalışırlar, o da onurlu bir insan olarak istifasını sunar hemen. YKY’de çalışırken de benzer bir muameleyle karşılaşır, 2002’den önce gecesini gündüzüne katıp hazırlamaya başladığı futbol etkinliklerinin değiştirilmeye çalışılması, sansürlenmesi, her neyse, canına tak ettirir, çok sevdiği işini Enis Batur’un bütün ısrarlarına rağmen bırakır. Gazeteci arkadaşlarının gözünde dürüstlüğü, duruşu takdire şayandır, açık açık söylemezler de ofisten ayrılırken mesela, gelip ayaküstü tebrik ederler, hiçbiri onun yaptığını yapamamıştır. Bahsi geçti de şimdi buldum işaretlediğim yeri, durum şu: “Birkaç kez TSYD’nin yeni başkanıyla görüşüp durumun vahametini anlattığımda, benden özellikle formalı gazetecilerin ismini istemişti. Oysa kendisi de aynı tribündeydi ve Kadıköy’deki bir maçta tezahürat yapan bir ağabeyimiz onun önündeki sırada oturuyordu!” (s. 125) Maçlara sarhoş gelip taşkınlık çıkaran yazarlar, saçma sapan duyumları haber olarak sunanlar derken o yozluğun içinde var olamayacağını düşünür anlatıcı, umutsuzluğa kapılır. İstanbulspor’un bir maçında şahit olduğu mevzu son damla, maçtan önce hakem İstanbulspor’un futbolcusu Tolga’ya bütün iyi niyetiyle seslenip kırmızı kart göstereceğini söyler, iki yıl önce göstermediği kartı o maçta Tolga’ya gösterecektir. Gerçekten de saçma sapan bir sarı kart gösterir ilk yarının sonlarına doğru, Aykut Kocaman devre arasında Tolga’yı oyundan alır. Böyle bir dünya olay yıldırır, en sonunda kalp krizi geçirir anlatıcı, yaşı otuz üç. Son kayıt 1 Ekim 2005’ten, Fenerbahçe’yle Konyaspor oynuyor, Anelka bir köşe vuruşunda yükselip kaleciyi laks diye indiriyor yere, top tıngır mıngır kaleye giriyor. Santra noktasına yallah, Konyasporlu oyuncular şaşkınlıktan kafayı yiyorlar, itiraz ediyorlar ama karar değişmiyor. “Karşılaşmanın son on dakikasını, televizyonun karşısında, ayakta izlemişti. Maçtan sonraki söyleşilerin bir bölümünü dinledikten sonra televizyonu kapattı. Evin içinde biraz dolaşıp pencerenin önüne geldi. Kentin ışıkları yakamozlar gibi yanıp sönüyordu. İçinde her an biraz daha büyüdüğünü fark ettiği bir boşluk hissetti. Bu, o güne dek izlediği tüm maçların, top peşinde koşturduğu zamanların hâtırasının boşluğuydu. İzmir Atatürk Stadı’nın kapalı tribününe babasının elinden sıkı sıkıya tutarak girmiş çocuğun yanağında bir damla gözyaşıyla kendisine bakan görüntüsü geldi gözünün önüne.” (s. 144)
O günler şenlik, dönmeli: baba kabak tatlıları pişiriyor pazar günleri, apartman hayatında yalnızlık keyif verici. Körfezdeki vapurları çok uzaklardan bakarak tanımaya çalışan anlatıcı bir şeyin eksikliğini duymaya başlayınca âşık olmasının zamanı geliyor, hele yeni mahalleye taşınıp topla tanıştıktan sonra. Babası elinden tutuyor anlatıcıyı, Altay maçına gidiyorlar. İzmir takımlarının abisi Altay o gün Trabzonspor’u yeniyor, tribünlerin havası çocuğun zihnine bir işliyor, tamamdır artık. Mahalle maçlarının atmosferi sarıyor metni, izledikleri büyük futbolcuların isimlerini haykırıp şut çeken çocuklar futbolculuk hayalleriyle büyüyorlar. Japon kale oynanıyor, mahalle maçında penaltı öncesi kaleci değişirse iki penaltı kullanılıyor, okurken o günleri özledim resmen. 90’ların ortalarından sonra yavaş yavaş biten mevzu, sahalar apartmanlarla dolunca helvası kavruldu. Yine dönelim, hediye edilen sarı-lacivert formayı hiç giymiyor anlatıcı, zaten Beşiktaş’a verecek gönlünü de zaman var daha, Karşıyaka’ya tutulsun bir. Kaçak yollarla girdiği statta skor tabelası görevi görüyor, ne iş! Beş golden sonrasını gösterecek rakam yok, eliyle “6” yapıyor anlatıcı, gazetelere çıkıyor o haliyle. Arkadaşıyla birlikte maçlara gitmeye başlıyor, tribün abileri aralarına kabul ediyorlar bu yeni fanatiği, onun sözlerini yazdığı tezahüratı bütün stadyum haykırıyor. İlk deplasman çok matrak, hava sıcak olmasına rağmen püfür püfür döneceklerini söylüyorlar gülerek, taşlanacakları garanti. Gerçekten de her yerden taş yağmaya başlıyor maçtan sonra, Karşıyakalılar ara sokaklara dağılarak kurtulmaya çalışsalar da fena, her yerden sopalar, taşlar yağıyor. Bizim çocuk zar zor atıyor kendini otobüslerden birine, yaralanmadan dönüyor da biri annesine fişteklemiş, hemen ceza yiyor bizimki. Bir hafta men, sonra yine maçlara. Son olarak o dönemin efsanelerinden bahsetsin çocuk: “Karşıyaka’nın Pıtırcık Nihat’ı, Göztepe’nin Fuji Mehmet’i, İzmirspor’un Levent’i, Altınordu’nun Timur’u olsa da, İzmir’in simgesel futbolcusu, bütün kentin kahramanı Büyük Mustafa’ydı. Yetmişli yılların sonuna yetişmiş olsam da, Mustafa Denizli’nin birçok gösterisini Alsancak Stadı’nda izleme şansını yakalamıştım. Platini gibi takımını saha içinde yönetir, şortunun üzerine çıkardığı formasıyla biraz bıkkın ve bitkin görünse de, olmadık yerlerden, olmadık zamanlarda yaptığı vuruşlarla oyunun kaderini değiştirirdi.” (s. 32) Tıkanmış bir maçı muhteşem açıyor Denizli, önce kornerden gol, sonra yine kornerden gol, kazanıyorlar. Frikik golleri, taç çizgisinden attığı goller efsane. Es-Es de efsane, adamlar bir gelirmiş, panayıra dönermiş ortalık. Tribün kültürü. Büyük takım mı geldi, en azından tribün şovuyla üste çıkmaya çalışırmış İzmir takımları, bu yüzden afişler, marşlar, pankartlar, ne varsa süslermiş şehri. Bir şampiyonluk hikâyesi var, kutlamalar, şunlar bunlar, her fanatik okumalı. Ben fanatik değilim, futbolla bağım şu hikâyede anlatılanın yüzde biri değildir, yine de etkilendim. İlgilisi kaçırmasın.
Cevap yaz