Mektupların arasına girmiş Erhat, bazısını özetlemiş, bazısının gönderilme hikâyesini anlatmış, anılarını da katarak karma bir tür çıkarmış ortaya, hoş. Talât Sait Halman’ın tavsiyesiyle ortaya çıkmış bu kitap, Balıkçı’nın çocuklarından mektupları geri isteyen Erhat’ın çekincesi aralarındaki aşkın dedikodu malzemesi haline gelmesi ama gözünü karartmış bir kere Erhat, kimin ne diyeceğini umursamamış çünkü Balıkçı’nın vasiyetiymiş bir anlamda bu kitap, Balıkçı mektuplarının ölümünden sonra yayımlanmasını istemiş Erhat’tan. Söylentiler doğru da çıkmayınca -Balıkçı oğluna bir çuval dolusu mektubu verip denize atmasını söylememiş mesela- tamam, geriye anılarla boğuşmak ve mektuplarda dillenen sevginin acı tatlı hatıralarıyla yaşamak kalmış. Kopyalamadığı mektuplarının çoğunu bulamadığını söylüyor Erhat, belki Balıkçı yok edilmesini istemiştir, kim bilir. Dipnot yok, mektuplarda yabancı dildeki kavramlar, deyişler olduğu gibi duruyor, Erhat’a göre okur tembellik etmesin de merak ettiğini arasın bulsun. Tamamen katılıyorum, tembelliğe alışmamalı okur, bilmediği bir şeyle karşılaştığı zaman araştırmalı. Sabatier’nin bir romanını hatırlıyorum, Paris’teki beş bin üç sokaktan bahsediyordu da açmıştım haritayı, sokakların fotoğraflarına tek tek bakmıştım. Okura iş düşmeli, bu mektuplarda eşelenecek çok şey var. Aşağı yukarı on beş yıllık bir zaman aralığında yazılan yüzlerce mektuptan bahsediyoruz, günde iki üç mektup yazdıkları bile olmuş, telgraflar hariç. Uçakla, ışınlamayla falan yollamak istediğini defalarca söylüyor Balıkçı, yazdıkları ne kadar çabuk ulaşırsa sevdiğine sesini o kadar çabuk duyurabilir, büyük saadet. Aynı şekilde Erhat’ın yazdıkları da hemen gelmeli ama hemen okumaya gerek yok, ceketinin sayısız cebinden birine koyuyor mektupları Balıkçı, günlerce okumadığı oluyor çünkü cebinden yayılan o sıcaklığı seviyormuş. Yazdıklarının genel özelliği ne diye düşünüyorum, kırkyamalığı herhalde. Konudan konuya atlaması, ansızın. Paragraf yok, soluk almak yok, makineli tüfek gibi anlatıyor Balıkçı, Dionysos’tan İzmir’in gazetelerine, sağlık durumundan “Sabah” diye andığı Sabahattin Eyüboğlu’na değinmediği fikir, düşünce, dost, tanıdık kalmıyor. Yazdığı bir romandan bahsediyor diyelim, önceki romanlarından birinde geçen bir cümleyi Nâzım Hikmet’in şiirlerinden birine olduğu gibi aldığını söylüyor, sonra anılara dalıyor, nereden çıkarsa artık.
Mektuplaşmaya başlamalarının hikâyesi tanışmalarına dayanıyor, 1957’de bir sergi çıkışı Tepebaşı’nda oturuyorlar, Erhat o sıralar İlyada‘yı çevirdiğinden bahsedince Balıkçı bir başlıyor, yok Atina’da sansüre uğramış metin, yok bilmem ne, Erhat başta sessizce dinliyor ama saldırı mahiyetini alan konuşmaya tepkisiz kalmıyor, biraz atışıyorlar, sonra elindeki belgeleri postayla göndereceğini söylüyor Balıkçı ve ilişkileri başlıyor böylece. O günden sonra Erhat sanat çevrelerinde gömmüş de biraz Balıkçı’yı, kocaman bir paket halinde gelen postayı görünce şaşırmış, belgeleri okuyunca Balıkçı’ya bütün bütün hak vermiş midir bilmiyoruz ama o durmadan işleyen pırıl pırıl zihne hayran olduğu kesin. “Çalıştığım yerden izin aldım, bitirdim önsözün yazılmasını ve Balıkçı’nın adresine bir tel çekerek İzmir’e geleceğimi bildirdim. Bu kez Balıkçı şaşmış olacak!” (s. 11) Bodrum günlerinden sonra neden İzmir’e, o boğucu apartmanlara taşındığını ve çiçeklerle donattığı yere geri dönmediğini merak ederdim Balıkçı’nın, kızı İsmet Kabaağaçlı Noonan’ın anılarında çocuklarının eğitimi için yaşamından feragat ettiğine dair bilgiler vardı da, ne bileyim. Mektuplarda o ayrılışın bir iki nedeni daha var, ilki Bodrum’daki evin istimlak edilmesi. Devletten gelecek parayla İzmir’de ev bakıyor Balıkçı, gönlünce bir yer bulamıyor çünkü evler pahalı, Adnan Menderes’in kentleşme politikasına sağlam bir giydirmece. Turist rehberliğinden pek bir şey gelmiyor, alacakla verecek arasındaki farkı kapatmak için yazı çizi işleri buluyor Balıkçı, hesabı mektuplarda yapıyor. Gönlünce bir yere kavuşamadığını Erhat’ın bahsettiği ziyaretlerden anlıyoruz, pencereden gökyüzü görünmüyormuş ama güneşin batışı camlardan sekip duvarlara düşüyormuş, teselliymiş bu Balıkçı için. İkinci neden aslında bu para işiyle alakalı, Bodrum’da kaldığı sürece Balıkçı’nın işi zorlaşacak. Efes’e gelen kafileler yok, basından uzak, edebiyattan uzak, İzmir’deyken işlerini daha kolay yürütebiliyor bari. Gerçi yazdığı hiçbir şeyden memnun olmaz, tashihi katiyen bitirmezmiş, mesela bir metninde hata mı buldu, hemen sayfaları yırtıp tetkik eder, yeni parçalar ekler, düzeltmeler yaparmış. Kafa durmuyor hiç, mektuplarına daha çok şey eklemek istediği malum da uykusunun geldiğini söylüyor, lafı uzatmaması gerektiğini söylüyor, ansızın noktalıyor. “Daha toparlayıp anlayamadım bile nereye varmak istediğini kafasında çizdiği enginlik ufuklarında. Bunun nedenine geleceğim: asıl nedeni çok yönlü ilinti kurmaktaki hızı, sınır ve engel tanımadan hoplayışı. Beni bulduğunda kendisi gibi yüksek hoplayıcı olabileceğimi sanmıştı, sevinmiş, coşmuştu, olamadığımı anlayınca soğuk bir duş aldığını sezdirmedi bile, öylesine iyi bir insandı.” (s. 17)
Mektuplardaki mevzuları ortaya karışık bırakayım, bir yerde Erhat da aynı şekilde birkaç mektuptan aldığı konuları paragraflar halinde vermekle yetiniyor zira onca mektubu olduğu gibi almak mümkün değil. En başta Balıkçı’nın uğradığı haksızlık gelmeli, belli ki tepeden inen baskılar sonucu beş iş alabilecekken bir işi zor alabiliyor, gazetelerde yazılarını çıkarmıyorlar ama Ege’ye bürokratlar mı geldi, meşhur meşhur insanlar oralarda dolanmak mı istiyorlar, polisler falan gecenin ikisinde gelip uyandırıyorlar Balıkçı’yı, ertesi gün bilmem nerenin bilmem ne bokunun geleceğini söylüyorlar. Elbette oraları Balıkçı’dan daha iyi bilen biri olmadığı için hemen yardımına başvuruyorlar, az ikiyüzlülük değil. Celal Bayar ulaşmış kendisine de İzmir hakkında bir metin yazmasını istemiş mesela, yani Balıkçı’nın cendereden kurtulması için daha iyi bir yol olamaz, Bayar’a azıcık yanlaması önünün açılması için yeterli ama aklından bile geçmez, zorluklara bir başına dayanır Balıkçı. Erhat’a göre parasız kaldığı zamanlarda bile eşine dostuna yardım eder, geziye tozuya gidildiğinde cömertliğini gösterirmiş, Eyüboğlu dostunun yoksulluktan dem vurmasına sinirlenirmiş bu yüzden. Balıkçı öyle biri, kanla kızılcık şerbeti. “Mersin-İstanbul Postası” nam metninden uzun uzun bahsediyor, Türkiye’nin panoramasını bu romana yerleştirdiğini söylüyor ama bildiğim kadarıyla tamamlanmadı bu metin, yarım kaldı ne yazık ki. Babasıyla meselesini açık açık anlatmadığı için Balıkçı’yı eleştiren über şairi merak ettim, karanlıklar aydınlığa kavuşmadan Balıkçı’nın hiçbir metnini okumayacağını söylemiş adam, Balıkçı’nın sinirlerini hoplatmış. Ne saçmalık, bir yazarı yekten silip atmak demekmiş bu, hiçbir mantığı yokmuş. Erhat temkinli, şöyle bir değiniyor konuya, Balıkçı anlatmadığı müddetçe babayla ilgili soruna dair hiçbir şey sormamış. Var o bölümler, Balıkçı’yla ilgili kitaplarda rastlamıştım, mektuplardan alınmış meğer. Tartışıyorlar bir gece, suikasta uğramaktan korkan paşa babanın edindiği çok sayıda silahtan birini kapıyor Balıkçı, babası nişan alıp ateş ettikten sonra rastgele sıkıyor ve babasını öldürüyor. Olay bu, talihsizlik. Babasını sevdiğinden bahsediyor sonra, ondan çok şey öğrenmiş. Bir de intihar olayı var ama daha da karanlıkta, bacağın teklemesine sebep başarısız bir intihar girişimiymiş, bacak kırıldığına göre asmalı bir şey. Zekeriya Sertel’i mahkemede ele vermemesi de bir başka olay, malum yazı yüzünden mahkemeye çıkarıldıklarında yazının sonundaki bölümü -muhtemelen haber vermeden- Sertel’in eklediğini söylememiş Balıkçı, arkadaşını kurtarmak pahasına kendi cezasını ağırlaştırmış. Pul koleksiyonu merakı var, Hermann Hesse’den teşekkür mektubu almış, gramofonu cortlamamış olsa muhtemelen müzisyen olurmuş, Churchill’e rehberlik etmiş, daha da neler neler. Bu mektuplar hazine. Balıkçı’yı seven, Erhat’ı seven kaçırmamalı.
Cevap yaz