Atila Ataman – Çile: Avangart Bir Romanın Taslağı

Muhtelif çileleri dünya meşhurlarından çekip çıkarmak her birine bir roman bahşetmek değildir, yine de romanın son bölümleri olmak için uygundur bu çile parçaları, yani başlangıç olarak değil de son olarak çünkü hikâyenin doğrusu finalde ortaya çıkar, o âna dek anlatılanı bir anda tekerleyip ardını görürüz. Odysseus’un asıl hikâyesi değildir ilgi çeken, anlatılan hikâyenin Odysseus’un asıl hikâyesi olduğunun ortaya çıkmasıdır ki bu olmayınca da iyidir, adaptasyon, çorlama, aşorlama, esinlenme gibi pek çok kol doğar kaynaktan. Edebiyat aşağı yukarı budur. Edebiyat bilincin çatlaklarında kaybolmuş efsanelerin tekrar doğuşudur. Edebiyat çok iyi bir metnin biçimini ezip büzüp içeriğini üfürerek kopyalama işidir. Haliyle Odysseus’un dilinden Odysseus ancak gerçek Odysseus kadar Odysseus olabilir ki gerçeklikle dil, kişilikle deyiş bir misalleri ölçüsündedir, Ataman’ın kahramanı da aslında “Kör Şair”in gerçekleştiğini söylediği olayların gerçekleştiğini ama yaşananların biraz daha farklı olduğunu dile getirerek tarihçilerin abartmaya meyli kadar şairlerin uydurmaya teşne olduğunu belirtir. Anlatı/gerçeklik çerçevesi içinde yoruma açık yaşantıdır onunki, kendi yorumunun tarih yazıcılarının veya şairlerin yorumlarından farkı ancak gerçeği gerçekte olduğu gibi gösterdiğine, gerçek neyse onu aktardığına dair iddiasıdır, insanların şairlere inandığını söyler ama idrakinin sınırlarını çizerek bir nevi tarih yazıcısı kılar kendini, şair değil de tarih yazıcısı, uyduran değil de abartan. “Benim çağımda tarihsel eleştirinin dolambaçları ve ukalalıkları yoktu henüz, ama yine de akıllı bir insan duyduğu şeyler arasında neyin doğru neyin yanlış olduğunu rahatlıkla ayırt edebilirdi. Zeus bana kusura bakmamamı, başıma gelen felaketlerin ardında Poseidon’un öfkesi bulunduğu için elinden fazla bir şey gelmeyeceğini söylediğinde sadece bir bahane uydurup arkasına saklandığını anlayabilmiştim mesela. Ya da hiçbirimiz o uğursuz savaşın Paris altın elmayı Aphrodite’ye verdi diye çıktığı hikâyesini yutmamıştık.” (s. 10) Akhilleus’un sadece topuğundan yaralanabileceğine de inanmamışlar, Patroklos bir seferinde sarhoşken ağzından kaçırmış da meşhur savaşçının sağ elinin yüzük parmağından şişlenebileceğini söylemiş. Anlatının sunduğu gerçeğin çatlakları böyle belirdiyse geri kalanının bambaşka olacağı malum, yaşlı adamı daha ilk görüşte tanımış Penelope ama tanımazdan gelmiş, sevgilileriyle mutluymuş çünkü, Odysseus onları birer birer öldürmemiş, nasıl öldürsünmüş, avuç açmış ki eşiyle her gece yatan adamlar üç beş papel sadaka versinler. Olanlar buyken olağanlıkları üst üste yığıp anlatılar türeten şairleri susturacak yol yok, Platon’un ideal dünyası çok uzaklarda o sıra, öyleyse Odysseus yığına bir versiyon daha eklemiş demektir. Başka bir şaire yığın için malzeme. De, okurun riyakârlığı nereden, Odysseus neden başkasında aramadığımız koşulsuz güveni kendisinde bulmamızı istiyor, neden sarı sayfaların üzerindeki siyah şekillerden inanç devşirip riyakârlığa koşuyoruz ve en önemlisi anlatılan bir hikâyenin sunduğu ve istediği tam olarak nedir, bu bölümün konu başlıkları. Ne tarihçi ne şair, okur olarak biz de bunu üfürebiliriz en azından.

Çilelerden çileler seçilmişti, sırada Cengiz Han’ınki var. “hanın çilesi”. Göğün altında ne kadar şehir varsa namını yaymış Timuçin, yine de avutacak bir şey yok elinde, hücresine dönüp beklemekten başka. Kadınsı oğlanı koymuşlar yanına, yine de eziyet etmeyi başaramamışlar. Kendi kendine eziyet çektirme çabası zira kim cüret edebilir kendinden başka, çok büyük işler yaptığı için “Büyük” diye anılan oğlanın kafasını kırıp hücreden atması, oğlanın dediğinin aksine Homeros’u, Hesiodos’u, falanı filanı öğrenip sonsuza kadar söyleşmeye razı gelmemesi, ayrıca saydığı onca ismin hiçbirini köleleştirememiş olması yeterli, o dızlağın tekinde hiçbir keyfi bulamayacak. Müslümanlar tartışıyorlar kendi aralarında, ne kadar iyi savaştığını herkese göstermek isteyen, ganimetle hiçbir ilgisi olmadığını söyleyen kişinin yanında bedenini parçalatan peygamberin müritleri var, Cengiz’e göreyse anlattıkları hikâyelerin hiçbir kıymeti yok, gelip geçmiş şeyleri o kadar önemsemenin kafaya inen bir sopa kadar etkili olmaması lazım, öyleyse niye uğraşıyorlar söylenceyi yaymak için? Yine aynı noktaya geliyoruz, yaşanmamış şeylerin tarihinde figürler yan yana gelip foyalarını ortaya çıkarıyorlar, gerçeğin neliğini sorguluyorlar ama tuhaf yollara da sapabiliyor bu uğraş, mesela Faust’un Tanrı’yla ve Allah’la ayrı ayrı dertleri var, eski dostunun aslında doğru olanı bulduğunu söylüyor, ustası olduğu hiçbir sanatın verdiği nihai bir cevabın olmamasından mustarip. Sadece susacak ve izleyecek, hakikat basit: “Işıl ışıl parlayan kapkara bir gecenin herşeyi örttüğünü, her şeyin sadece sonu olmayan bir okyanus ve ne hırçın ne de sakin olan dalgalardan ibaret olduğunu görüyorum. Apaçık ortada olan o en gizli sır bu işte. Rüyanın içindeki rüya ve gerçeğin ötesindeki gerçek bu.” (s. 20)

Kays’ın çilesi, öğrencinin çilesi: ömürlüktür bilgeliği tahsis etmek, aşkı korumak ve kollamak, dirseği çürütmekle kalbi çürütmek. Öğretmenin çilesi: uçan bir eşek gördüklerini söyleyen arkadaşlarını dinliyor küçük Thomas Aquinas, dışarı çıkıp bakındığında arkadaşları budalalığıyla alay etmişler zira aralarında en akıllısı Thomas Aquinas’mış, kurum yapar gibi bir hali varmış, usanmışlar artık. Nedir, düşünüre göre arkadaşlarının şapşal ve sersem yalancılar olduğunu düşünmektense Tanrı’nın uçan eşeğine inanmak yeğ. İlim sahibinin çilesi: bilgeliğiyle övünebilir çünkü onu bir lanet gibi taşıyor, hayatın anlamını üç sözcükle biçimleyebilir ama anlaşılmayacağını bildiği için soranlara anlamsızlıktan bahsedecektir, anlamsızlık yaşamın bir niteliğidir, dinleyicilerin kıt anlakları insanın bir niteliğidir, insanla yaşamı denklemek zordur. Yine bir tuhaflık burada, evrene dokunmak için müzik ve seksin yeterli olduğundan bahsediyor bilge, ardından Backstreet Boys’un kepazeliğinden, grubun hayranlarının pespayeliğinden bahsediyor, bir anda zamansızlıktan kurtulup anlatılan zamanın ögeleriyle karşılaşıyoruz. Pek bir yerde de karşılaşmıyoruz bununla, ilginç tercih. Hamlet’in, Borges’in çileleri, Şehrazad’ın pornografiyle imtihanı, ardından medeniyet şairinin çilesi: Park Otel’in terasından günbatımını izleyen insanlar bir masada tek başına oturan, rakı ve meze tabağından başka yere bakmayan adama ıstırap olurlar, kadınlardan biri güneşin olağanüstü göründüğünü söyler adama. Bir yudum, bir çatal meze, adam Yahya Kemal olduğunu söyler. Kadın ne sikim olursa olsun o günbatımını izlemesini isteyip bir tane tepik aşkeder, Yahya Kemal toparlanıp günbatımını izler. Bu son bölüm yok ama medeniyet şairinin asıl çilesi böyle olurdu, gerçek eğer anlatılanla birse hemen bozup yenisini yapmalı ki çile de kendi sınırlarından çıkıp kuşatsın metni. Birazcık çarpıtma her şeyde iyidir, doğrudan milimetrik sapma hikâyeyi, anlatıyı, insanı bambaşka yerlere çıkarabilir. Şuraya varıyorum ki müphemliği geri istiyoruz. Belirsizliği geri istiyoruz. Heretikliği geri istiyoruz, heretik oluyoruz. Sanat Güneşi’nin çilesi ne olabilir, heretikliği tartışılır ama etkisi tartışılmaz: yolda tek başına yürümektedir Zeki Müren, adamın biri seslenir, işaret ve baş parmağını birleştirip kötü bir şey ima eder. Zeki Müren umursamaz, adamınkinin kare olup olmadığını sorar. Öyle sağlam bir karşılık değildir ama karşılıktır, memlekete lazımdır. Son olarak Kızılmaske’den bahsetmeli, final metninin konusu. Bir beyit var, anlatıcının arkadaşı yazmış, Kızılmaske ve on kaplanla ilgili bir ilişkiyle ilgili. Anlatıcı söküptakıma başvurarak ebced düşmeden tözel varlığa kadar incelemiş beytin anlamını. Muazzam. İnsan bambaşka açılardan yaklaşınca mevzulara, bambaşkalıklar hikâyelerle birleşiyor da o kadar başka olmadıkları imleniyor mu, bunu başaran metin iyidir. Ataman’ın metni çok iyidir.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!