Anja Kampmann – Sular Yükselirken

Faroe Adaları’ndan esen rüzgâr, Morrissey’in “Little Man, What Now?”ına uyan tını, Fas’a eren hava, şarkıyı ben koydum oraya, bulutlar yoğunlaşmış o sabah, Mátyás önden yürüyor, pervaneler dönüyor, savrulmasın diye tutuyorlar kıyafetlerini, platforma çıkan yeni işçilerin arasında uzun süre orada kalacaklar var, bazıları Avrupa’nın birçok bölgesine dağılacak sonradan, Waclaw’ın ne zaman nereye gittiğini takip etmek zorsa da o işçilerin hikâyeye nerede gireceklerini tahmin etmek hiç zor değil, her an her yerde gölgelerin arasından çıkabilirler, ölmemişlerse yeterince petrol çıkarıp karaya ulaşmışlar demektir ki başarabilen azdır bunu, deniz bir şekilde çeker, kimse orada kaybolmadan karada bulamaz kendini, bulduğu da kendi değildir, bir kendilikten bahsetmek mümkün değil Waclaw’ı düşününce, sırf denizler, gökyüzü, dağlar, kayalar, bulutlar, yıldızlar, rüzgârlar, sular, akanı veya akmayanı, açıklar, petrol sızıntıları, yanan okyanus, haberlerde birkaç dakika görünenler, ölenlerin kimliği, ölen birileriyle ilgili hikâyelerin içinde kapkara gök mü var, Mátyás’ın kapkara gökle ilgili söylediği bir şey gelip giriverir metnin içine, Waclaw o sıra üç yumruk yemekte, iki tane de atmaktadır, aradaki farkı yüzündeki morluktan okuyabiliriz. Kravatlı birileri dolanmış mıdır o platformlarda, havaya uçma tehlikesi yüzünden o “amcıklar” hiçbir zaman gelmezler, yanacak başkaları vardır, fırtınaya kapılıp ortadan kaybolanların yanına eklenecekler vardır. Mátyás.

Waclaw tulum mu buluyordu, eldiven mi, tepelerin sessizliğini yıldızlardan düşmüş bir sözcük gibi görüyordu, ezgileri hiçbir şeye yakıştıramıyordu çünkü Mátyás gitmişti, fırtınadan geriye eldiveni mi, botu mu, nesi kaldıysa diğer eşyalarıyla birlikte eşya torbasına, yiten yaşamdan geriye ne kaldıysa, ağacın dalından düşen damlanın toprakta bıraktığı iz. Mátyás’ın ailesinin durumu kabul etmeyeceğini söylüyorlar, Macarlarda kabul etmeme bir huy değil, sadece çok şüpheli bir ölüm olduğu için belki, ya da huydan, altı yıldır aynı kamarayı paylaşan, altı yıldır birbirlerinin sırtını görmekten keyif alan ikiden bir çıktığında eşya torbasını götürmek zorunda Waclaw, geride kalan. Onu aramaya kimseyi yollamadılar, platformda olan platformda kalır, giden hiçliğe karışırdı, hem aramak boşa çaba harcamak demekti. “Sonradan gelen her şey fazlasıyla berraktı ama yine de bulanık gibiydi, fotoğraflar yıpranmıştı, kenarları tutulamıyordu. Yüce gönüllü vardiya amiri Anderson bir saatlik bir görüşme sonrasında kalan dört günlük vardiyasını silmişti. O konuşurken Waclaw, böcekleri kışkırtıp yeraltından çıkarmak için yağmur taklidi yapan kuşları düşündü.” (s. 27) Platformdaki bölümler yine takip edilebilir, Waclaw karaya çıktıktan sonra, Tanca’dan itibaren ray yok.

Kiralık evlerde kalmışlar, platform anıları, bedenlerinden buharlar çıkarmış, Mátyás’ın omzunu hatırlıyor Waclaw, kıyıdaki kayalıkların beyaz kireçtaşından olduğunu düşünüyor ve sendeliyor, sözcüğün onu sendelettiğini fark ediyor ama hangi sözcüğün, Tanca’nın hangi zamanı, denizden esen ılık meltemin sendelemiş bedenle teması. Deniz kenarında gövde, Waclaw gidip bakıyor, neredeyse açılmış deriye dikiyor gözlerini. Derinin neredeyse açılmış olmasının anlamlarını düşününce ürkü. “Rüzgâr ılık esiyordu. Waclaw, ağız hizasında yarılmış olan derinin üzerindeki kum tanelerini gördü, kabarcıklar oluşmuştu, kadavra yan yatmıştı. Deniz, artık ihtiyacı kalmayan şeyleri kusuyordu. Deniz yolculukları sırasında sık sık yunus görmüşlerdi, hayvanlar küçük gruplar halinde teknelerin çevresine geliyordu.” (s. 47) Kriz yöneticileri Macaristan’ı arasa ne derler, bedenin bulunamadığını söyleseler karşıdan gelecek tepkiyi düşünürler mi, sessizlik mi karşılayacak, gülümseyen kadavra suya batacak da nereden geldiğini söylemeyecek mi, mülteci teknesi mi, petrol platformu mu, köprüden intihar mı, yüzerken ters akıntı mı, insanlar neden boğulurlar, Mátyás gibileri. Köyde bekleyeni var oysa, Darya mı, kimse, Waclaw’a yeterince zaman vermişler eşya torbasını götürmesi, olanları anlatması ve sorumluluğu üzerine alması için, şirket hiçbir şey yapmayacağı için rahat, televizyonlarda çevre kirliliği. Macaristan’a doğru uzunca bir yolculuk, uçakla veya arabayla, öncesinde Milena’nın varlığıyla boğuşacak Waclaw. Eskinin ortaya çıkması için beklemesi gerekecek, her şeyin arasında eskilere yer var ama Mátyás kaplıyor evreni, birlikte yaşamanın büyüsü henüz kaybolmamış, her soluk onun. Milena’yı ben mi koysam bir çizgiye: yıllar önce birlikte yaşamışlar, bir fabrikada mı karşılaşıyorlardı, partide mi, bir yerde yaşamları kesişiyor ve bir yerde kesişmiyor artık, kesişmemeye dek işler değişiyor, hayat değişiyor, birileri Waclaw’ın aklına platformlarda çalışırsa iyi para kazanacağını sokuyor. Sadece para mı, okul hademeliğinden bıkmış Waclaw, evdeki mutluluğun yavaş yavaş dağıldığını gördükçe kendini uzaklara atmak istemiş. Milena uyarıyor başta, belki kendini kurtarmaya çalışıyor ama Waclaw’ı durduramıyor. Bilinmez, Mátyás bir yerde karşısına çıkmazdı eğer Waclaw o işe başlamasaydı. Kopuş ağır, aramalar seyreliyor, eve dönüşler mümkün değil, aralarındaki bağ kopuyor. Milena dalgaların erişemediği taşlar kadar kuru artık, anılarda sık sık belirmek dışında, işin yoğunluğu ve fırtınalar, birinin diğerine koşulsuz güveni, yaşamlar.

Babasının çalıştığı madenin yakınlarına, babasının kanına gidecek Waclaw, İtalya’da Alois’in evinde bir geçmişi daha bulmaya çalışacak. Güvercin, kafeste düşüp kalırsa madenciler için koşma vakti, Alois birini verip götürmesini istiyor Waclaw’dan, kuzeye, babanın yakınlarına. İtalya’nın sıcak insanı, diyaloğun en yoğun olduğu kısım bu, Akdeniz’in en belirgin olduğu, şenliklere katılan Waclaw yanan alevlerin etrafında sarhoş, yıldızlara bakan insanların neden onlarda uçan araba gördüğünü merak ediyor da Tanca’ydı bu merakının doğduğu yer, yine de İtalya’da tekrarlansa şaşırtmaz zira kumun çatlattığı deri, ateşin yaktığı, sarmal anılar. Her zaman o kadar değersiz hissetmemişlerdi, birliktelerken ayakları yerden kesilirdi biraz, Mátyás dünyayı biraz daha dünya kıldığı için, artık her şey olduğunca eksik. “Üzerine çöken yorgunluk, her şeyi kesen bir tel parçası kadar ağırdı. Ortaya yeni adlar atıldı, yıllar ve bir sürü yüz. Hepsi, her şey üzerinden dökülüyordu sanki. Dinlenme odalarının darlığını, sondaj işçilerinin vidalama öncesi boruların uçlarına balmumu gibi sürdüğü kovalar dolusu yağı anımsadı.” (s. 171) Neyin farkında olduğunun üzerinde durmuyor Waclaw, nereye gittiğini umursuyor ama nasıl gittiğini değil, yolda aldığı yaşlı çiftle üç beş kelime konuşmasına rağmen araçtan indiklerinde bir şeyin boşluğunu duyumsuyor, dilin ağızdaki boşluğa veya yaraya alışamayıp sürekli dokunması gibi bir itki, Waclaw hikâyelerin, insanların arasında süzülüyor, dokunmaya gücü olmadığı için bıraktığı izi de bilmiyoruz ama hayatın yüzeyinde bir çizginin oluştuğunu biliyoruz.

Mátyás’ın öldüğünü kabul etmiyorlar, kaybolduğunu kabul etmiyorlar, hüznü kabul etmiyorlar ve her şey üzerlerine yıkılıyor. Güvercin uçup gidiyor kafesten, varmış mıdır Waclaw, yerinde mi bırakmıştır kuşu yoksa kuş kendinden mi uçup gitmiştir, yıldızların hep parlak olmaları dışında değişmeyeni bulmak iş, anlam sırf çeperinden ibaretken. Bir gün odun kesiyordu Waclaw, baltayı sallıyordu, akşama yakılacak ateşin hazırlığı, bedeninde kıvılcım, sert bir zemine çarpan sert bir şeyin yaydığı titreşimin kollardan kalbe ulaşması, çok ağır bir şeyin gürültü çıkararak düşmesi suya. Eşya torbası değil, eşya torbasını istemeden dolduran insanın kütlesince fışkıran sudan geride kalan iz. “Yaşlıydı kadın, ama belleği onu yanıltmıyordu, bazı hikâyelerse kahramanlarından daha eskiydi, hikâyelerin tekrarlanıp durmasıydı asıl gerçek ve bu gerçek kaybolup gidecekti ve bunu değiştirebilecek kimse yoktu artık.” (s. 186) Hikâyeleri zaten vardı, onu taşımak için doğum.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!