Liseden sınıf arkadaşım Umut. Hayhuyda az görüşür olduk, önceleri daha çok buluşurduk da anlatırdı, anlattıklarının belki yarısını anlamadan dinlerdim ama dinlerdim çünkü pek ilginç şey akışkanlar mekaniği. Şöyle, çok alakasız bir arkadaş grubundan daha çok alakasız birinin sevgilisiyle tanışmıştım, o da akademideymiş, Umut’u bilmişti. Zaten çok az insan varmış o alanda da çoğu birbirini tanırmış, eğrisini doğrusunu bilmem ama böyle demişti. Umut o sıra İTÜ’de bir şeylerle uğraşıyordu, bir beyaz eşya şirketine danışmanlık yaparken becermeye çalıştıkları masal gibi gelmişti bana. Kademe kademe anlatmıştı, önce şu, sonra bu, modellemenin sonucuna göre de başka basamaklar veya son, mevzu tamam. Adamın gözlerindeki ışığı unutmam, bilinmeyeni ortaya çıkarmak için disiplinle, sabırla çalışıyordu, güzergâhı belirlemişti Umut, yani bilimin, araştırmanın saf haline daha yakın olmamışımdır herhalde. Gregory’nin metnini okurken aklıma geldi de andım bugün, Placebo dinledim senin şerefine Umut. Başka bir arkadaşımı da andım, Baturay bana Deleuze’ün Anlamın Mantığı nam metnini verirken “Oğlum pek bir şey anlamıyorum ama çok iyi lan,” demişti. Bu pek bir şey anlamamanın yaratmaya engel olmadığını gördüm Gregory’de, gerçi Mısır’da Pisagor’dan önce o meşhur teoremin bilinmeden uygulandığını, Babil’de de sırf uygulamayla yapıların dikildiğini okumuştum bir yerde ama bu kitapla birlikte sezgisel bilgi sistemleşti, bir şeyler daha bir oturdu kafamda. Buna teknoloji diyormuşuz, doğal olguların gerçekleşme nedenleri belirsizse de sorun yok, yararlı çoğu şeyin nasıl yapılacağı ezberleniyor ve nesilden nesle aktarılıyor. Antik toplumlar Güneş’in nereden doğup nereden batacağını tam olarak tahmin edebiliyorlar mesela, Güneş’e ya da hareketlerine dairse mutlak bir bilgiye sahip değiller. Empeiria ve episteme. İkincisi için bilimin gelişmesi ve teorilerin budanıp lüzumluysa kesilmesi gerekiyor, tabii doğaüstü müdahaleden arınmak şart, deus ex machina omuz vermeden de olgular açıklanabilir. Leibniz içinde Tanrı’nın olmadığı hiçbir şeyi bilim olarak görmüyor, Laplace’ı ve şürekâsını beklemek zorundayız bilimin modern bağımsızlığı için. Mesele Antik Yunan’da başlıyor gerçi, Gregory o zamanın toplum yapısını anlatırken yerleşik bir din ve resmî bir rahipler kastının olmamasını verimli çalışmalar için avantaj olarak görüyor. Babil toplumu oldukça katıyken Yunanlar farklı dinsel görüşler ve düşünsel tartışmalara hoşgörüyle baktıkları için doğal bir beyin fırtınası kopuyor orada, mesela Ksenophanes halk dinine ve Homeros ile Hesiodos’un eserlerindeki tanrılara çıkışabiliyor ki büyük olay. Bazı genel bilgileri atlayarak gideceğim, örneğin ilk bilim insanları Thales, Anaksimandros ve Anaksimenes’e değinip geçeceğim, doğa olaylarını tekil örnekler üzerinden değerlendirmek yerine sınıflandırarak inceleme yöntemini geliştirdikleri için Miletli bu üç çavuşa teşekkürü bir borç biliriz. Efesli Herakleitos kozmosun bir logos‘a göre işlediğini iddia etmiş, bireysel tanımlar yerine logos‘la birlikte oluşan bilgi kümesine dikkat çekmiş. Dünyaya bakış değiştikçe gök gürlemesi, şimşek gibi fenomenler tanrılardan ayrılmış, Miletliler evrendeki tüm olayların nedenini doğanın devinimine dayandırmışlar. Tanrılar insanların kendilerine benzettikleri varlıklar olmaktan çıkmış, düzeni sağlayan ve evrenin doğal süreçlerine müdahale etmeyen sabitler olarak görülmüş. “Fikirlerini açıkça ifade etme özgürlüğüne sahip olan Ksenophanes ateizmi savunmanın ötesinde, yerinde davranışlarda bulunan, sabit huylu bir tanrının gereği üzerinde durmuştur.” (s. 21) Bu paradigma değişimi sanatta hemen yer bulmuş, Aristophanes’in Bulutlar‘ında gök gürültüsünün kaynağının tartışılması misal.
“İlk Bilimsel Teoriler”de kütleçekimin önemini görüyoruz, Yunanlar bu bilgiye sahip olmadıkları için kendilerince bir kozmoloji üretmiş. Bakıyorlar ki bırakılan bir nesne yere düşüyor, o zaman evrenin bir tepesi ve bir dibi var. Anaksimandros dünyanın şeklinden ötürü düşmediğini söylemiş, Aristoteles bu düşünceyi onaylayarak hiçbir yöne hareket etmeyecek bir yapı üzerinde olduğumuzu söylemiş, yani dünya merkezde ve dayanağı olmaksızın öylece duruyor, hareketsiz. “Benzer benzerini çeker” ilkesiyle sabitiz biz de, dünyayla aynı maddeden oluştuğumuz için dünyadayız. Günümüzün bilgisiyle düşündüğümüz zaman tuhaf bir yakınlık var burada, gerçekten de dünyanın, yıldızların, evrenin tozuyuz. Maddeye ilişkin teorilerde varlığın kaynağına iniliyor yavaş yavaş, Thales’e göre her şeyin başı su, Herakleitos’a göre ateş, Akragaslı Empedokles dört element sayıyor: hava, su, ateş, toprak. Bu dördünün neyden oluştuğunu Aristoteles ve Platon irdeleyecek, Aristoteles sıcak-soğuk, katı-sıvı gibi ikililerle kurduğu sistemleri deneyimlediği dünyaya oturtmaya çalışacak. Evrenin merkezinde yer alan sonsuz ateş veya dünyanın kendisi olabilir, söylencelere karışmış fikirlerin geçerliliğini yitirmesi için bin yıldan fazla bir süre beklemek gerekecek. Tıp da uzun süre sonra evrim geçirecek resmen, Galenos’un dört sıvı teorisi kan dolaşımının atardamarlar değil de kalp vasıtasıyla gerçekleştiğinin keşfedilmesiyle birlikte sarsılacak ve anatomik deneyler bedenimizin işleyişini ortaya çıkaracak. Başlarda fiziksel nedenlere bağlanmıyor hastalıklar, bir günah nedeniyle tanrılar tarafından verilmiş musibet olarak görülüyor, Babillilere göre böyle. Arındırma yöntemleri pek bir işe yaramıyor tabii, Hipokrat bambaşka bir bakış açısıyla ortaya çıkana kadar epilepsi kutsal bir hastalık olarak görülüyor. Hipokrat’a göre ilahi varlıkların sebep olduğu hastalıklar yok, nasıl evren bir tanrının geğirmesiyle ortaya çıkmadıysa hastalıklar da tanrılara bağlanmamalı, doğal nedenlerle ortaya çıktığı düşünülmeli. Aşağı yukarı aynı tarihlerde Pisagor geziye çıkıp Mısır’da dolanıyor, modern atomizm Leukippos ve Demokritos tarafından kuruluyor, tam bilimin doğuşu işte. Teoriler havalarda uçuşmaya başlayınca Sofistler hitabet yetenekleriyle zayıf teorinin sağlam bir teoriye üstün gelmesinin önünü açıyorlar, Platon yegâne amacın üstün gelmek değil, hakikat olduğunu söyleyerek Sofistleri eleştiriyor. Aslında farklı biçimlerde süren bir mevzu bu, hitabet değil de toplumsal kimliktir, safsata yöntemleridir, bulguları görünmez kılabiliyor. Bilim kadınlarının ısrarla duyulmaması var, bir de yerin tabakalardan oluşmuş bir yapının üzerinde yer aldığını, okyanusun derinliklerinde de dağların yükseldiğini söyleyen adamın görmezden gelinmesi, bilim bir şekilde susturuluyor ama hakikat er geç çıkıyor ortaya.
“Dünyaya Mal Olan Adamlar” bölümü Platon’la Aristoteles’e odaklanıyor. Platon’a göre başlangıçta evreni kaostan yaratan bir tanrı var, demiourgos, usta zanaatkâr, olabilecek en iyinin mimarı. Geometriktir, matematiğin ilkelerini benimser. “Platon, kuşkusuz, soyut ve teorik olanın önemini vurgulamıştır; bu yüzden bazıları tarafından deneyin bilimdeki rolünü küçümsemekle eleştirilmiştir. Yine de, Platon’un bıraktığı en kıymetli miras, matematiksel olarak yapılanmış evren anlayışı ve matematiğin bilimde kilit önem taşıdığı fikridir.” (s. 55)
Aristoteles’e göre dört elementten toprak merkezde, ardından su, hava ve ateş geliyor. Hangisi daha hafifse o en yukarıda. Doğal ve zorunlu devinim olarak ikiye ayırdığı hareketlerden ikincisini harekete geçirmek için kuvvet lazım, doğal konumuna erişen her neyse kendi başının çaresine bakabilir. Nitelikler önemlidir bir de, Gregory’ye göre Aristoteles dünyanın bileşenlerini “sıcak, soğuk, ıslak ve kuru” olarak belirlerdi, atomluk bir durum yok. Ölçüm yapacak alet edevat yok, Öklid geometrisi var ama evreni açıklamada yetersiz, yıldız paralaksı bilinmediği için bütün yıldızların dünyaya eşit uzaklıkta olduğunu düşünen var, yetersiz başka çıkarımlarla başka şeyler düşünenler var, kısacası eldeki kısıtlı bilgiyle en iyi sonuçlara ulaşmaya çalışıyor Yunanlar, bu sayede dünyanın çapını çok az bir hata payıyla belirleyebiliyorlar.
Evreni anlayabilmek için şartların daha da olgunlaşması gerekmişse de ellerinden geleni yapmışlar. Gregory bu uğraşın hikâyesini şahane anlatmış, ilgilisi kaçırmasın.
Cevap yaz