Andrea De Carlo – Esir Kuşlar

Fiodor’u tam sopalık olarak görenler beğenmez, Malaidina’yı yelloz olarak görenler de beğenmez, belli bir mantık örüntüsü arayanlar, karakterlerle boğuşanlar, metnin ne olduğunu, okurluğunun haddini unutanlar beğenmez. Demişler zaten, “Biz ne okuduk babo?” diyerek dert yanmışlar da bayıldım ben. Hikâye formlarını, kahramanın dandik yolculuğunun adımlarını zerre sallamayan bir roman var elimizde, kıymetini bilelim. Tepelere çıkarmak doğru olmaz da deli bozukluğu yeter, beklentileri patır kütür yıkması, Fiodor’u saçma sapan kararsızlığıyla oradan oraya sürüklemesi, en olmadık yerde betimlemeleri uzattıkça uzatması, her şeyi kâfi ölçüde sinir bozucu. Süper olay. “Ayrıca De Carlo tecrübeli bir fotoğrafçıdır. Ve üslubu sinematografik değil, açıkça fotografiktir. Anlatımı, sıklıkla bir seri birbirinden kopuk fotoğraf karesi üzerinden akar. Böylece okuyucuyu jestler, hareketler, ifadeler üzerinde durmaya yöneltir.” (s. 6) Fabio L. Grassi’nin önsözünden çalıp çırpayım az, “kafesler ve kaçışlar” 1970’lerin büyük trajedilerinden beri sıklıkla tekrarlanan temalar olarak bu romanı da koşturuyorlar, gerçekten hemen her karakter uzun süredir beklediği kıvılcıma kavuşmuş gibi koşturmaya, kişilerden veya mekânlardan kaçmaya çalışıyor, takibi zor. Öğrenci olayları, faşistlerin saldırıları derken İtalya iyice karışmış, insanlar biraz huzur bulabilmek için dağlara tepelere gitmeye başlamışlar geçici olsa da, bizimkilerin şehirden kaçmaları anlaşılır. Da, Fiodor’un bahtsızlığı mı demeli, kaçacak çok şey var, bitmek bilmiyor. “Herhangi bir şeyi değiştirmek imkânsız görünüyordu. Bu yıllar tüketim çağının en kaba şekillerinin yaygınlık kazandığı zamanlardı. Yozlaşma ve çıkarcılık giderek daha yüzsüz bir hal alıyordu.” (s. 5) Hikâyenin başında aşırı pahalı arabasını perte çıkaran Fiodor’un sonlara doğru üç kuruşa muhtaç hale gelmesine rağmen nihayet yaşamaya, uğraşmaya değer bir şey bulması, tek başına ülkeler aşıp aşkını araması o dönemleri düşünürsek idealize edilmiş bir dönüşümün aşamaları, yükü hafifledikçe istediğine daha hızlı koşuyor adamımız. Fotografik anlatı, malum, bir karedeki insanlar diğer karede yer almayabilirler, mutlak kopuşlardan bahsedemeyiz ama metinde Fiodor’dan sonraki en önemli karakter ansızın terk edebilir hikâyeyi, insanlar belirip vıjt diye kaybolurlar, hıza yetişmek için yirmilerinin başındaki afacan serserinin delifişek hallerini, düşünme biçimini anlamak lazım. Hiçbir geri dönüş yok, Fiodor’un etrafındakilere azıcık anlattığı ailesine dair hemen hiçbir şey bilmiyoruz, babasının zenginliği hariç. Araba kazasından sonra sevgilisiyle yaşadığı eve dönen Fiodor babasından gelen telgrafı okur okumaz yola çıkar, Kosta Rika’da yaşayan para babasıyla kısa bir konuşma gerçekleştirir. Serseriliği bırakması lazımdır artık, liseyi bitirmemiştir, kaç yıl türlü işle uğraşmıştır ama dikiş tutturamamıştır, abisinin yanında çalışmaya başlamazsa mirastan zırnık koklayamayacaktır. Anlaşıldığı kadarıyla müzikten para kazanıyor oğlan, gitarını öttürerek kıt kanaat geçiniyor ama buraya kadar, restini çekip dönse de gelecekteki imkânlardan mahrum kalmamak için abisi Leo’nun New York’taki mekânına gidiyor. Yüksek maaşlı beyaz yaka artık, ofis ortamından nefret etse de insanların kızgınlığı geçene kadar çalışacak. En azından New York’ta değil, babasının memleketi İtalya’da. Oda verirler Fiodor’a, tırı vırı raporları inceleyip özet çıkarmasını isterler falan, olabilecek en kebap işlerden biridir onunki. Arabasını alır, evini döşer, istemediği sandalyeleri apartmanın kapıcısına vererek onları ihya eder zira hayvan gibi pahalıdır o sandalyeler, çocuğun parayla pek işi olmadığı için kıymet tartısı hiç işlemez. Her şey rayına oturmuş gibi görünürken kafese girdiğini sezmeye başlar Fiodor, anlamsız işinden bıkar, evinde son ses çaldığı gitardan bile o kadar keyif alamamaya başlamıştır artık, haliyle kendine macera aramak için şehri dolanmaya başlar. İşlerin çığırından çıkmaya başladığı nokta burası, bir kafes kuş aramaya çıkmış da Fiodor ölesiye kaçmaya başlamıştır kafesten sanki, önüne çıkana can havliyle sarılmıştır. Bob Lowell’la yakın ilişki kurmaz önce, abisinin tembihlediği adam genç serserinin başının belaya girmesini engellemek için sıkıcı telefon konuşmaları yapmak zorundadır, başkaca münasebet kurmaz. Sonra merhaba kaos.

Modern sanat sergisi, sanat eseri kisvesi altında balıkların öldürüldüğünü gören sanatçı Mario Oltena’yla arkadaş olur Fiodor, adamın evine gittiği zaman içerideki odadan gelen piyano sesine tutulur. Atonal müzik herhalde, uyumsuzlukta bir uyum. Malaidina üvey kardeşidir Mario’nun, yakınlıkları yoktur ama kadın ara sıra kardeşinin evine gelerek arayı kapatır. Tam bir gizem, kimle yaşadığı muamma, ne işle uğraştığı belirsiz, Mario bile zamanı gelince Fiodor’u uyarıyor ki Malaidina’nın kırdığı kalplerin arasına Fiodor’unki de katılmasın. Çok geç, kaptırır kendini Fiodor, kadınla bir kez beraber olduktan sonra bir türlü durulmaz. Mario arkadaşının haline üzülür, Malaidina’nın peşini bırakmasını önerir çünkü kadının ortadan kaybolduğu, aylarca görünmediği çok olmuştur, âşık olunacak en kötü insanlardan biridir. Dinler ama aklı gitmiş bir kere, sonuçsuz aramalardan sonra şık bir adamın yanında görür görmez kadının peşine düşer ama kaçırır. Adamı tek başına görür sonra, caddeler boyunca takip ettikten sonra ifşa olur, kovalamaca başlar. Malaidia’nın yerini soracak Fiodor, o kadar, 1970’lerin kaotik ortamında başına gelecekleri hiç kestiremez tabii. Kaçan adam köşeye sıkıştığı zaman silahını çeker, kurşunları arka arkaya sıkmaya başlar, kaçar sonra. Boynundan yaralanmıştır Fiodor, Bob’u arayıp yardım ister ve o aileye de tebelleş olur böylece. İş icabı Liberya’ya gitmesi gerekirken saklanması lazımdır artık, kurşun sıkan adam hangi örgüte üyeyse eşkali verip Fiodor’u hedef haline getirmiş olabilir. Leo arar, babası arar ama evde değildir Fiodor, Bob’un ısrarıyla hemen terk eder evini, Mario da o sıra tamamen çıkar hayatından. Maceraları komikti, iki kadınla gittikleri villada Fiodor’un aklı başka yerde olduğu için kadınla muhabbetleri süper saçma, eğlenceliydi. Acı geldi şimdi, dalga dalga acı geliyor: Sue daha önce birkaç kez yemeğe gelen çocuğu yakından tanımıştır, iyilik olsun diye dağ evine götürmeye karar verir. Fikir sorsa bile olumlu veya olumsuz cevap alacak değil, Fiodor sürükleniyor. Öpüşmeleri, sevişmeleri Sue’nun yeşillenmesinden sebep, Fiodor’un bir iki adımına karşın Sue koşuyor resmen. Hızlanıyorum, metinden daha hızlı değilim: Evin civarında orman keyfi, onları takip eden mavi yağmurluklu adamdan kaçmaca, ölümcül kazadan kıl payı kurtuluş, adamın aslında onları korumak için tutulması. Birlikte dönerler, Fiodor koruyucu ailesiyle bağlarını koparıp yağmurluklu adamın spor yaptığı yeri bulur, hemen anlaşırlar, bu kez o adamla eşinin evinde yaşayacaktır. Malaidia ortadan kaybolmuş, Fiodor’u mahvolmuş bir halde bırakmıştır, anarşiklerin ortalığı birbirine kattığı sıralarda genç adam dayanamaz, Malaidia’nın takıldığını duyduğu Yunanistan’a gitmeye yeltenir. Geri dönülemez noktadadır artık, İtalya’da her şeyin bir çaresi vardır ama babasının kanatlarının altından çıkarsa işi yaştır. Hiç umursamaz Fiodor, bastığı gibi gider, herkesi geride bırakır. Çok zahmetli, dertli bir süreç, Yunanistan’da konuşacak doğru düzgün kimseyi bulamadığı gibi Malaidia’nın geleceği otobüsü de bekleye bekleye ağaç olur. Çaresizlik bu kadar somutlaşmamıştır, âşığın geleceği otobüs dünyanın en otobüsüdür o sıra. Grassi söylüyor: De Carlo hikâyelerini hep şeker şerbet sonla bitirirmiş de bunu es geçmemiş. Sonuçta ölmemeyi başardı bizimki, oradan girip buradan çıkarak Malaidia’nın yerini de öğrendi, karşılaşsınlar artık.

İlginç roman ya, bitmek bilmeyen dalgalar gibi. Nereye vuracağını bilmez ya dalga, artık nereye vurursa. Vay Fiodor’um.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!