Alberto Manguel – Dokumanın Arka Yüzü — Çeviri Sanatı Üzerine Değiniler

Çek dadı İngilizce ve Almanca öğretmiş, İspanyolcayı da sekiz dokuz yaşında öğrenmiş Manguel. “Benim için dil, ses ve ağırlık bakımından farklı, ancak anlam ve değer bakımından aynı olan çeşitli sözcük kümelerinden oluşan bir tür şenlikli Babil’di.” (s. 9) Ulusal kimlikleri dil vasıtasıyla öğrenmek cabası, Arjantinli öğretmeniyle İngilizce konuşmaya çalışınca paparayı yemiş, malum, Falkland Savaşı patlamadan yıllar öncesine uzanan bir gerilim. Dilin de sınırlarının olduğunu öğrenmiş Manguel ama alışamamış, dilin ne sınırı olacak, farklı dillerdeki romanları farklı dillerdeki çevirilerinden okuyabilen bir çocuk için anlamsız çatışmalar. Kişiler, diller değişir ama aktarılacak duygular değişmez, dilin söyleyiş özellikleriyle yumuşar veya sertleşir en fazla. Çeviriye getiriyor lafı Manguel, okuduğu bir metni arkadaşları da okusun istiyorsa çevirmeye başlamış, eylemin kaynak metni evirdiği, evirmediği yeri sorgularken araştırmalarında karşılaştığı olaylardan bu ikiliğin çok eskilere dayandığını görmüş, bu kitabın mevzusu tarihten enstantanelerle birlikte çevirinin biçimleri, erekleri, falanları. Eurydike’nin aslında Orpheus’un ardından gelmemesi, tanrıların Orpheus’un harika şarkısını dinlemek için katakulli çevirmeleri tam çevirmenlik iştir, tercüme de sonuçta ihanettir, yalandır, Manguel hikâyeyi buradan okur. Bir noktada metni kaybetmek de gerekir, kaybın da bilincinde olarak okuruz çeviriyi. Zamanında Sedat Demir’in İÜ’de bir etkinliği vardı, orada sormuştum Bernhard’ın bahsettiği Viyana’nın ne kadar Viyana, nefretin ne kadar nefret olduğundan, Demir o kadar da uzağa düşmeyeceğimizi söylemişti, sonuçta karşılıkları vardır ama tam bir karşılığı yoktur, yazdığı an yazarda da yoktur artık, bir kâğıdın taşıdığı kadarı, ötesinde sözcüklerin aktarabildiği kadarı vardır. Her çevirinin bir ağıt olduğunu söylüyor Manguel, yas tutarız Proust’u Fransızcasından okuyamadığımız, daha da önemlisi anlayamadığımız için. Bir metni kaynak dilinden okuyabilmek için dil öğrenen kişileri duyarız, bir metin bunu yaptırabilir, ardından çeviriye de sürükleyebilir ama aynı coşkuyu yaşar mı çiçeği burnunda çevirmen, sanki daha temkinlidir. Çevirmen değilim, burada bırakıyorum, bilmediğim su. “Doğru” bu konuyla ilgili, dilin yetersizliğinden doğan sanat kusursuzluğa yaklaştıkça biçimsizleşiyor, Balzac’ın kusursuzluğa ermek isteyen ressamının tuvali sırf renklerle doldurmasına yol açan sayısız dokunuşu. Çeviri mutlak bir doğruluğun olmadığını söylüyor, Freud’un okuduğu Balzac’la Marx’ın okuduğu Balzac’ın aynı olmadığını belirtiyor Manguel, Japoncadaki bir “sözcük” en az yirmi sekiz anlamı birden taşıdığına göre çevirmen bütün bu “anlamlar antolojisi”ni çevirmeli, böyle bir şey mümkünse. Bambaşka bir metni ortaya çıkan çevirilerle ilgili çok başlık var da Peter Weiss’ın metni çarptı gözüme, Can Yücel’in adı Weiss’ınkinin yanında hemen kapakta, metni yeniden yarattığı için mi? “Aboo”lar, “vışş”lar havada uçuşuyor, yerelliğin ayarlarını köklemiş Yücel, kendi metni kılar mı bunlar çevirisini? Ersan Üldes’in çevirmen kahramanı çevirdiği metni gönlünce değiştirmeye başlar, hani şurası şöyle olsa daha iyi olacaktır da konferans, röportaj, ıvır zıvır için gelen yazara yumurta atması da çevirinin yaratıcılığına eklenebilir mi, matrak, o kadar çevrilebilir ve o kadar ıskalı bir metin için tebrik olarak da görülebilir. Aziz Markos müjdeyi Aziz Petrus’un ağzından duyduğu şekilde yazmış, Petrus yazılı metni inceleyip hatasız bulmuş, böylece bütün Hıristiyanlar özgün metni okuduklarını düşünürlerken aslında Petrus’un sözlerinin yazılı bir tercümesini, onun da berisinde Ruhulkudüs’ün sesinin bir tercümesini okuyorlarmış. Azizlerin kutsal emanetlerinin ticareti yapılıyordu manastırlar arasında, onun romanını yazıp da Abdul Alhazred’i hikâyenin orta yerine bomba gibi düşüren kimdi, Kemik Taciri‘nin yazarı, her neyse, translatio bir azizin kutsal emanetlerinin bir yerden başka bir yere taşınması anlamına da geliyormuş bir zamanlar. Yer değiştiricidir aslında çevirmen, yerine göre hırsızdır zira emanetler “yanlış” yerdeyse doğru yere taşır, MS 828’de Aziz Markos’un naaşının Mısırlılardan, İskenderiye’den çalınması misal. Çevirmen kahramanın yaptığı bu değil mi aslında, doğru yere çekmek metni, “kendi dilsek vatanlarını zenginleştirmek için kendilerine ait olmayan şeye el koymak”. Aslını yaşatmayacaktır, zaten asıl nedir, duvara vuran gölgelerin devinimleri değil de mağaranın girişinde dikilenler değil mi? “Sokrates, aşktan söz etmek için kişinin sözlerin güzelliğine değil, hakikatine önem vermesi gerektiğini söyler Aristophanes’e.” (s. 17) Bir yerden hakikate, sadakate geliyoruz, çeviri hakik ve sarih olanın peşinden giderse güzelliği feda edebilir, diğer durumda metin yalana varacaktır, eh, çevirmen her ihtimalde haindir okurun gözünde o zaman, metni mutlaka reddedilecektir. Kuran konusunda çeviri değil de meal denmesi. Kendi dilinde bile arı olmayan metinler, taşıdıkları sözün anlamını değiştiren metinler. Florence Dupont’un şu metnindeki “sıcak kültür” işte yiten. Çalı yanıyordu, Musa izliyordu, sonra Tanrı ona kendi adını söyledi ama bilemeyiz ne söyledi hanım, “Yehova” mı “Yahve” mi? Kabalacıları çevirmen olarak görürsek “Her Şeyi Yıkmak İçin Üfleyen” manasına geliyor. Ve evet, tam buraya kakmak istiyorum: “saksıya fesleğen gibi oturturum” anlamı da çıkar. Bir de şu var, on beşinci yüzyıl filozofu Jose Albo, “O’nu tanısaydım O olurdum” demiş, varlığı adıyla tanımadıktan sonra ne kadar tanımış oluruz? Adını bahşeder misin Tanrı’m? Konanları değil?

Bozmanın, kasten bozmanın demeli, nerelere erdiğini birkaç başlıkta gösteriyor Manguel, her çevirinin bir yorumlama işi, siyasi eylem olduğunu söylüyor. Sodom ve Gomore’nin kirliliğinden uzak tutulmak istenen klasikler sıklıkla değiştirilmiştir örneğin, Alkibiadis Ortaçağ edebiyatında ara sıra kadın olarak görülür, aslında Sokrates’in yakışıklı arkadaşıdır, Ovidius bir oğlanın aşkının daha az çekici geldiğini söyler bir metninde, “hiç çekici gelmedi” şeklinde değiştirilmiştir, Michelangelo’nun eşcinsel aşk soneleri heteroseksüellikten nasibini almıştır tıpkı Sa’dî’nin ve Hâfız’ın gazelleri gibi. “Bazen de çevirmenin metni sansürlemek için icat çıkarması gerekir: Suetonius çevirisinde Robert Graves, Roma hukukunun eşcinsel eylemleri yasakladığını öne sürmek için, var olmayan bir hükmün İngilizce versiyonuna yer vermiştir.” (s. 22) İsimler silinmiştir, Heine’nin şiiri elbette bir Yahudi’nin olamayacağı için halk şarkısı, anonim olarak yayımlanmış, çeviri siyaseti. Bazı çevirilerin öne çıkmasında da benzer bir bakış vardır, “başarılı” olanlar genellikle yetkili abiler tarafından öne çıkarılanlardır, gerçekten başarılı olabilirler ama daha iyilerinin ortadan kaybolduğu görülmüştür. Tam tersi de görülmüştür, Ezra Pound’un Anglosakson şiirinden yaptığı çeviriler bir zaman yanlış görülmüş, sonraları doğru bilinmiş. Öyledir ki tanrılar bile öfkelerini gösterir, en azından göstereceğinden korkulur, kutsal metinlerin çevirmenleri incecik bir ipte yürüdüklerini sıklıkla hissetmişlerdir. Saygıyı elden kaçırmak mümkündür ufacık bir yorum yüzünden, öyle anlaşılır, çevirmen kendini ipin ucunda bulur bu kez. Hoş bir örnekle bitiriyorum, şiddetle tavsiye ediyorum bu kitabı. Şöyle ki, Montaigne bahsediyor, İspanyol bir köylü bir konuda suçlamalara maruz kalmış, işkence görürken kendini öldürmeyi başarmış. “Montaigne’in bize sözünü etmediği husus ise köylünün, vereceği ifade üzerine yemin ederken efendilerinin dili olan Latince dilinde değil de kendi atalarının dili olan Kelt-İber dilinde yemin etme hakkına sahip olduğunda diretmesidir. Köylü, tek kelime etmeyerek suçlamayı reddetmek için bile, sessizliğinin kendi dilinde işitilmesi gerektiğine inanıyordu. Bir mahkemede yemin etmek (tanınmayan veya adil olmayan bir mahkemede bile) sözel aracıların bulunmamasını gerektirir. İspanyol köylü, tanrıların (kendi tanrılarının ama aynı zamanda da Romalı askerlerin Pireneler’in o tarafına getirdikleri tanrıların) çevirinin uygunsuzluğunu kabul etmeyeceğine inanıyordu.” (s. 25)

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!