Pavese’nin Plaj‘ı: deniz kenarında, kumsalda sözcükler dikkatle seçilir çünkü insan yarı çıplaktır. Kışsa giyinik, orada olmaması gereken bir şeyin sonucu olarak tekinsizlik. Başka manzara, Pauls’un rüya kayıtlarına gelelim. Çocukken babası ve erkek kardeşiyle birlikte yazlık sinemalardan çıkmayan Pauls’a göre yaşlılığa kalanlar çarpık düşlerdir, mesela Jack Nicholson’ın davetine icabet eder yazar, Los Angeles’taki otele gider, birden fazla Nicholson’la -astronot, Amerikan futbolu yıldızı, astrolog- zaman geçirir ama olay yoktur rüyada, imajlar vardır sadece. İkinci düş, Şeytan’ın yeryüzündeki temsilcilerinden biri olarak görülen Fransız yazarın dedikodusunu yayar Pauls, belki sahilin sıcağından. Üçüncüsü de rock konserinden çıkan güruhun sinemalara doluşması ama o sinemalar kalmamış artık, Evanjelik kiliselere dönüşmüş de güruh pillere dönüştürülüyormuş orada. Deniz kenarındaki düşlerin sebebi yokluk sendromu, algılar yeterince çalışmıyorsa beyin hemen sahte veri üretiyor çünkü orada elektrik yok, haliyle sinema, televizyon, bilgisayar yok, her şey düşlerde oluşuyor. Deniz kenarı ıssızsa yokluğu çağırır, dalgalar tekdüzeleşir ki dalgaların aynılığı ne derece mümkündür, tartışılır. Çöllerde de vardır bu yeknesaklık, rüzgârın yerlerini değiştirdiği tepecikler insana göre değişmez, tepeciktir. “Kum ve denizin güncel imgelere tahammülleri yoktur; yapısı ve ayrıntıları her zaman göze batan orman ve dağ gibi doğal güzelliklerin aksine homojen, renksiz bir yapıları vardır, asla şekle girmek istemezler ancak aynı zamanda yeni biçimlere ilham kaynağı olma konusunda da inanılmaz güçlüdürler. Yani, deniz kenarında kurulan hayaller sundukları sanal imgeler itibarıyla çöldeki seraplar gibidir: Mekânın diğer yüzüdür.” (s. 11) Açık hava sinemasıyla birlikte imgenin bu karmaşık ilişkisi rafa kalkar, Pauls o acılı hazzın süreceğini düşünürken perdede gösterileni alımlaya başlayınca kandırıldığını düşünür, aslında o ekranda gösterilenler değil de ekranın kendisidir hayranlıktan başka bir şey yaratmayan, yani o yalıtılmışlık ortadan kalkmıştır bir kere, oyuncular ve hikâye mahrumiyeti yıkıp geçmiş, deniz kenarı dünyasının yapısını bozmuştur. Sonra 1960’lı yılların sonu gelir, kültürel antikapitalizm o güne dek görülmemiş indirimleri sunar tüketiciye, hippiler düşük bütçeleriyle dünyayı gezmeye başlarlar ki bizim memleketimizde de gazetelere konu olmuşlardır malum. Sahillerin çekici doğallığı -Robinson Crusoe’yu umutsuzluğa sürükleyen doğallık, Pauls’un deyişi- 1980’lerden itibaren emlak vurgunculuğuna, turizm patlamasına ve tatil tüketiminin hoyratlığına kurban gidecektir. “Kumsalın bakirliği”ni buradan düşünürsek aslında ele geçirilmesini değil de kuşatılmasını anlamalıyız, Arjantin’de Kuzey Avrupa ülkelerinden gelenlerin açtıkları yemek dükkânları, sinemalar, diskolar çoğalır civarda, sahillerin para getirecek yerler olduğu keşfedilince okyanus kıyılarının görece özgürlüğe kavuşması da aynı zamana denk gelir tabii, İspanya’nın Franco döneminde dünyaya açılması da başlarda böyledir hatta turistlerin çıplaklığıyla boğuşan rahibelere tepki dahi gösterilmiştir. Günümüzün Körfez ülkelerinde var işte, biraz içerilere girdiğin zaman alkollü içecek başını yakar ama tatil bölgesinde kafana göre. Showbiz engellenemez, ilkelliği çevreler. “En saf ve temiz kumsallar asla onları oluşturan kumdan daha saf değildir; kum da hiç saf olmayan bir şeydir aslında. Kum artıklardan ibarettir; kayaların, resiflerin, mercanların, kemiklerin, deniz kabuklarının, salyangozların, balıkların, planktonların kalıntılarıdır.” (s. 22) Bakir değildir de çıplaktır kumsal, ormandan çeşitsizliği nedeniyle ayrılır, dağlardan zaten ayrılır çünkü dağların irtifaya dayalı kutsallığı hiçbir zaman kaybolmamıştır. “Kumsalın aşırı görünür hali”ni filmlerde arayıp bulur Pauls, romanlardan Afrika’nın “kum yansıması”nı derler, o ışığın altında hiçbir şey gizli kalmamaktadır Patricia Highsmith’in bir kahramanına göre. Saklanmak mümkün değildir, ancak buhar olup uçmak veya kaybolmak mümkündür. Pauls kendi anılarına dalar yine, çocukken denize kaçan topun peşinde yüzmeye başladığını anlatır. Kıyıdan uzaklaştıkça topun yaklaşmadığını fark eder, şaşırır, su yutar, öksürür, yanındaki arkadaşı da aynı durumdadır ve kıyıdan kimse gelmez yardıma. Karaya ayak bastıklarında iki cankurtaranın olanları ilgiyle izlediklerini görürler, uzaklaşan topu gülerek işaret eder cankurtaranlardan biri. Doğada kayboluşun dokunulmazlığı mı, belki de ne olacağına dair saf merak. Robotlar için suç, insanlar için de: hareketsiz kalarak bir insanın zarar görmesini “sağlamak” diyeceğim, anlam kurtarmamaktan uzaklaştıkça suçtan da uzaklaşıyor sanki.
Suç, çıplaklık. “Neredeyse anadan üryan çıplaklık” bir kumsalda suç değil. Camus’nün dediğine göre iki bin yıl sonra vücutlar ilk kez kumsalda açığa çıktı, Antik Yunan’dan sonra kıyafetin karmaşıklığı aşıldı. Roma’da Seneca ve Plinius (Genç) sahillere istedikleri zaman ulaşabilmenin zevkinden bahsettiler ancak 476’dan sonra Yahudi-Hıristiyan kültürü Roma hedonizmini yerle bir etti ve vücutla suyu tehdide çevirdi, sağlık kisvesi altında kirin vücudu hastalıklara karşı dirençli kıldığında anlaşıldı, böylece temizlik giysiyle ilgili bir kavram haline geldi 6. yüzyılda. Asırlar geçti, Diderot suyun bir anda taşarak her şeyi temizleyeceğini düşündü ve korktu, çağların bilgeliği kaybolmuşken hatırlanmasının neye yol açtığını biliyoruz. Persona‘da kumsal erotizmine dair hoş bir bölüm vardı, cinsellik şaha kalktığı gibi sonlanır çünkü akışkandır, her şeyin hızla yer değiştirdiği kumsalda devinim sürdükçe, kentin niteliksel yavaşlığı unutuldukça kumsal kıvılcımları alevlendirir. Kumsalda ikinci bir yaşam vardır, Rohmer’in bir filminden örnekle anlatmalı: Kumsalda görülen kadınla kentte görülen kadın aynı heyecanı uyandırmayacaktır ki bunun bir benzerini Pauls’un bir arkadaşı da anlatır, Uruguay’ın kıyılarında gördüğü kadın yüzünden yemeğini yiyemeyen adam bir süre sonra yine aynı kadına rastlayacaktır ama başta tanımayacaktır onu, Buenos Aires’te kadın, adam, mekan, anlam, her şey farklıdır, tutku doğmaz. Proust’un sahilde gördüğü kızları anlatmasıyla aynı kızları başka mekandaki halleriyle anlatması bambaşkadır, Pauls da gençken aynı duygulara kapıldığını anlatarak genişletiyor mevzuları, bu noktada ona veda edip kış sahiline geçeceğim. O kadar da veda etmiyormuşum gerçi, aynı konu bu kitapta da var ama Filyos yok. Filyos’a bir metinde rastladım mı bilmiyorum, Nahid Sırrı Örik’in Kıskanmak‘ında Kilimli mi, Kozlu mu ne vardı ama Filyos yoktu sanıyorum.
Tekinsizlik tam olarak bu aslında: dalgaların ayakkabıları yutma tehlikesi. Kışın orta yeri Zonguldak’ta sıcağa biraz daha yakındır, en azından deniz kıyısında öyleydi. Hava hep kapalı, denizden ayırt edilemiyor. Kıyıda bir iskele var ama karaya ulaşacağı yok, denizde dikiliyor yalnız. Emre’yle dolanıyoruz, Lampi peşimizde, dalga geldikçe koşturuyor. Yağmurluğum sonra kayboldu, su girince ayakkabılarım mahvoldu, fotoğraf çekip o yalnızlığı hapsetti Emre. Sahilin hemen dibinde çocuk parkı vardı, bomboş, arkada yemyeşil tepeler gözüküyor. Ne hüzünlüydü her şey. Her şeyden bir hüzün çıkar da oranınki daha bir, başka duyguya yer bırakmayacak kadar pekti orası, sıkı sıkıya örtmüştü kapıları, dışarısı diye bir şey yoktu. Sahilde bile hep içerideydik, nasıl anlatabilirim bilemiyorum, anlatmıyorum. Türkali’ye kadar yürüdük, Lampi bizi takip etmeyi bıraktı, daha da üzüldük. Bunda bir sevinç var işte, bir daha yakalayamayacağın ânın farkındaydık ve unutmamacasına yaşadık. Sahilin şehre kadar, hatta tepeleri de aşarak içerilere yürüdüğünü orada gördük, akşam oldu mu tepedeki evime giderdik de yoldaki tek tük lambaların ışığını sise bürünmüş bulurduk, yolumuz aydınlanmazdı. Yağmur durmadan yağardı, her yerden su akardı, her şey suydu ve sahildi, yazın o canlılığı yerine her şeyi örtmeye çalışan bir ötelik vardı. Çıkamadık oradan. On yıl olacak, hâlâ konuşuruz o zamanları. Hayatımızın en güzel iki ayı.
Cevap yaz