Muharrir Bu Ya‘dan önce ısınma turlarını Rasim’in gecelerinde attım, üslubu hatırladım. On yılı geçti okuyalı, İstanbul’un 1800’lerin sonundaki halini tekrar görmek mutluluk. Rasim Fransızcadan manzum ve mensur tercümeler yaparak, hikâyeler ve şiirler yazarak girdiği edebiyat dünyasında dümeni gazeteciliğe kırdı ve döneminin sağlam kalemlerinden biri haline geldi. O kadar sağlamdı ki II. Abdülhamid’in edebiyat zaptiyesinden sağlam azar da yedi, memuriyete “sürgünlüğü” var mıdır bilmem ama varsa şaşırmam. Bir şiirden alıntı yapıyor sanırım, “bahar gelecek” diyor, tepedekilerin davetine icabet edince bir dünya hakaret işitiyor. Padişahı indirmek mi istiyormuş, baharın gelmesi ne demekmiş, ayağını denk alsınmış, bir sürü şey. Vaziyet kötüymüş yani, neyse ki şiirden haberdar etmişler yetkili abileri de adam ucuz kurtulmuş ama Rasim de yılmış açıkçası. Cumhuriyet’ten sonra milletvekilliği verilmesi hali yamanmış ayrıca, dünyalığını yapamadığı için Ankara’da kendisine bir iş çıkıp çıkmayacağını sordurmuş, sonra Mustafa Kemal Atatürk bağlayıvermiş vekilliği. Süper olay. Bunlar birilerinin anılarında ve araştırmalarında vardı da hatırlamıyorum şimdi, Rasim’e dair en doğru bilgiyi yine Rasim’in metinlerinde buluruz gerçi. Mizahı ve kelime haznesi muazzamdır, Refik Halid Karay’la birlikte Türkçenin cevherini işlemişlerdir, Orhan Şaik Gökyay’a göre bir tek Ahmet Rasim’i ortaya çıkarmak Türkçenin yarı sözlüğünü yapmak demek. Diğer yarısını da Karay’la yaparız, tadından yenmez. İlginçtir, Rasim kurmaca metinlerini ağdalı bir dille yazmasına rağmen Edebiyat-ı Cedide’nin dil aşırılığını ve köye yönelik temalardaki kaba dili eleştirmiş, kendi dil anlayışından şaşmadan halkın anlayabileceği ama kupkuru olmayan bir dille yazmış, başlı başına edebi bir olay yani Rasim. Besteciliği de var, Darüşşafaka’da okurken Zekâi Dede’den dersler almış ve müzikle de uğraşmış, bulursam bir şarkısını ekleyeyim sona. Metne gelince, Rasim’in iki koldan işlediğini söyleyebiliriz. Geceye dair izlenimleri, düşleri, düşünceleri bazı bölümlerin tek konusudur, neredeyse Abdülhak Şinasi Hisar’ın Boğaz tasvirlerindeki kusursuzluğu görürüz. Diğer kolda Rasim’in anıları var, bu anılar bir yerinden geceyle ilişkili. Aslında çok parçalı bir anlatı da çıkıyor ortaya, tabii Karasu’nun Gece‘si kadar değil ama o bağlantılar bir yaşamın ve gecenin farklı veçhelerini gösterdiği için kurmacaya yakın bir biçim oluşturuyor, hoş. Rasim’in söylediği: “Bu kitap küçüktür. Fakat hemen sönmek üzere bulunan hatıralarımın bence en değerlilerini taşıdığı için gözümde önemi vardır.” (s. 21) Gecelerle ilgili malumat önce, Rasim’in en sevdiği zaman bir kere. Günbatımından itibaren duygulara gark olur, göğün yenilenmesini sever Rasim. Lodoslu havalardan belki, güneşin etrafı şöyle bir şeffaflaşır, gök kızarır, hayal renkler birkaç türlü belirir, kandil kandil iner. Sonra mavilik yayılır, laciverte döner, bu kez güneşten kalan renkler yavaş yavaş kaybolur. “Artık gündüzün velvelesi bitiyor. Artık gece karanlığı arasında kalıyorum. Ayestefanos [Yeşilköy] Feneri soluk ışınıyla dönüyor, bir İngiliz şilebi direğine kırmızı fenerini çekiyor. Gece oluyor. Oldu bile.” (s. 25)
Geceler çalışma zamanıdır, Rasim’in beynini karanlık aydınlatır. Sekiz dokuz yaşından beri böyledir bu, o zamanlara dönünce çilekeş annesini de hatırlar Rasim. Dikiş nakışla oğlunu büyütmeye çalışan kadın elinden gelen her şeyi yapar, Rasim’i mektebe yollar ama okumaya pek gönlü yoktur çocuğun, caminin avlusunda diğer çocuklarla oynamak varken derslere girmez. Hocanın değneğinden de korkar açıkçası, şaklamaları duyunca tabana kuvvet kaçar veya hiç girmez derse, annesinin yolladığı parayı da vermez, macuna veya başka bir abur cubura yatırır. Şehzade Camii avlusunda oynadıkları oyunlar: ceviz, topaç, esir almaca, saklanbaç, Vefalı çocuklarla kavga, birdirbir, uzun eşek, kaydırak, kızak, kartopu patırtısı, ihtiyar kayyum ile alay, mezarlıktaki ağaçlara çıkıp ötekine berikine kozalak atış, macun çevirme, merkebe binerek meydanda gezme, çukura ceviz atma, çırpma. Ceviz oyunu birkaç kez geçiyor, gözde. Rasim bir gün oyuna dalmışken ensesine şırak bir tokat iniyor, annesinin yolladığı kahya. Kadıncağız çocuğun derse girip girmediğini kontrol etsin diye yollamış adamı, zorla derse giriyor Rasim. Hiçbir şey bilmiyor tabii, hocadan sağlam bir sopa yiyor, okuldan sonra hamama gittikleri zaman ayaklarının kan içinde olduğu ortaya çıkınca annesi bayılacak gibi oluyor. İstikamet Darüşşafaka bu kez, küçücük çocuğun yatılı okulda yaşadıkları tahmin edilebilir. İlk gün bir dünya çocuğun oynadığı bahçeye girince Rasim bir coşuyor, saatlerin akıp gittiğinin farkında değil. “Tabur ileri arş!” emri gelince ayıyor, yanındaki arkadaşına ne zaman eve gideceklerini soruyor. Cevap acı tabii, Rasim yatılı okula başlarda hiç alışamıyor. Duvarlar, ranzalar, yine duvarlar, neyse ki derslerinde başarılı bu kez. “Ben hakikaten bereketli bir ağaç olan vatanın bir dalıyım. Beni yaprak ve meyveli görmek için milyonlarca kişi lûtuf ve ihsan dolu bakışlarını bana çevirmiş, bekliyor. Acaba şimdi bu korumaya hak kazandım mı? Hayır. Daha hizmet etmeye söz verdiğim için mecburum. İşte bu mecburiyet bana şu açıklamaları yazdırıyor. Çocukluk çağımda, gençlik günlerimde geçirdiğim çalışma saatlerini anlatacağım. Çalışmak! Bu bana ana nasihatıdır. Mümkün değil terk edemem.” (s. 40) Okuldan mezun olduktan sonra kurumlanıyor Rasim, annesi daha beter, bütün komşulara yeni mezun oğlunu anlatıyor. Bir iki aşk macerası, tipik. Bir şeyler yapmalı artık, Rasim okulda okuduğu sayısız kitabın itkisini hissediyor, bir şeyler yazmalı. Ahmet Midhat Efendi’yi yıllardır severek takip ettiği için ona başvuracak ilk. Tercüman-ı Hakikat‘te dönen tartışmalar yüzünden az tartışmamış Rasim, arkadaşlarıyla tokat tokada bile gelmiş. O yaştaki çocuklar gazetedeki tartışmaları okuyup, bir de anlayıp ne üzerine tartışıyorlar acaba, aslında çok normal ama öyle bir zamanda yaşıyoruz ki toplumun %40’ı okuduğunu anlamıyor bile, haliyle olağanüstü bir şeymiş gibi geliyor bu. Neyse, Rasim Hugo’dan veya Lamartine’den bir şey çevirmiş, gazetenin kapısına defalarca gelmiş ama mümkün değil içeri girmek. Annesi mahalleliye oğlunun yazılarının gazetelerde çıktığını söyleyince çare yok artık, o kapıdan girilecek. İşinde gücünde bir adama yazıyı bırakıyor Rasim, gece boyunca uyuyamıyor. Bu uyuyamamasını anlattığı bölüm şahane, heyecandan uyuyamamak nedir dense, “Budur,” diye açıp gösteririm o bölümü. Sabah olur olmaz bir koşu gazeteyi alıyor Rasim, bakıyor, yazısı yok. Eyvah. Başka bir yazıyı götürmek için tekrar gazeteye gidince yazıyı verdiği adam “efendi hazretlerinin önceki yazıyı beğendiğini” söylüyor, ertesi gün yazı gazetede. Anne gazete elinde ev ev geziyor tabii, büyük mutluluk.
Rasim’in kızı Rasime’nin seher vakti doğduğunu öğreniriz, seviniriz de kızın ölümünden sonra Rasim’in gecelerden sağ çıkamayacakmış gibi yazdığı bölümlerde içimize ağırlık çöker. “Ah! Kızım uyansa da benimle konuşsa! Uyandırayım mı? Yazık, uyusun! Artık öpmem de. Benim dudaklarım onun yüzünü solduruyor. Onun dinlenmeye, benim ağlamaya çok ihtiyacım var. O beni bu halde görmemeli; o benden daha zayıf.” (s. 68) Diğer ölümler de geliyor aklına, yitirdiği insanlar gözlerinin önünden geçiyor Rasim’in. Son bölümde kendi kendini tokatlayarak uyandırdığı ilginç bir hikâye var, onca üzüntüden sonra sinir bozukluğuyla güldüm valla. Ne diyeyim, Rasim geceye dair ne varsa tıkıştırmış, anlamca sıralama yapmamış.
Şahane anılar, bir zamanların İstanbul’unu ve şehir yaşamını merak edenler okumalı.
Cevap yaz