Ümit Bayazoğlu – Uzun, İnce Yolcular

Bayazoğlu’nun portrelerini yokuşu çıkıp da duymayan yoktur, bulamayan vardır. Kitaplarını topladıktan sonra, nihayet, birinden başlayayım dedim, neden daha erken bulmadım diye üzüldüm çünkü portrecilik de bir yetenek, Can Yücel’inkiler şiirdir, Cemal Süreya’nınkiler düzyazı şiir neredeyse, Bayazoğlu’ysa hikâyelerle çiziyor portreleri, yaşamları hikâyeleştirerek, çok da başarılı, mahir bu işte. Otuz yedi insan da pek ilginç ama bazıları, nasıl demeli, Bayazoğlu’nun bahsettiği “devlet duvarına çarpanlar” dışındakiler öyle şeyler yaşamışlar ki akıl havsala zor alır. Sakallı Celal’in, Dario Moreno’nun yaşamları az çok biliniyor, gerçi Moreno’nun bir süre Orhan Veli’yle aynı odada yaşadığı bilinmiyor olabilir, bilinsin de Süheyl Furgaç’ın son resmî düellocumuz olduğu daha bir bilinsin. Bayazoğlu 1988’den başlatıyor hikâyeyi, Gerhard Eigel adında bir Alman gazeteci o yıl Sultanahmet’te gezerken bir “Galatasaraylı”ya denk gelmiş, öyle bir hikâye dinlemiş ki zerre inanmamış, memleketine dönünce Stuttgarter Zeitung‘a yazmış hikâyeyi: güya 1938’de Stuttgart’ta elektroteknik okuyan bir Türk öğrenci kendisine ve Türklere hakaret eden bir Nazi gencini düelloya davet etmiş, eskrim nedir bilmemesine rağmen -paşa babasının merasim kılıcından başka kılıç bilmezmiş- çıkmış meydana, üniversitenin eskrim şampiyonu olan genci hacamat etmiş. “Bir Türk Mavalı” olarak geçiyor gazetede, ne ki yazı yayımlandıktan kısa süre sonra olayın doğruluğuna dair gazeteye mektuplar gelmeye başlamış, en önemlisi Türk gencine eskrim dersleri veren diplomalı antrenör Franz Kühner’den. Düelloya tanık olan öğrencilerden Hermann Linse kaybedenin yakın arkadaşı olduğu için onun mektubu da önemli. 10 Kasım düellosu nam yazıda kısaca anlatıyor Furgaç, ayrıntılar Bayazoğlu’nun portresinde var, bu düellodan ilk olarak Ziyad Ebüzziya ve Sahir Kozikoğlu’nun hazırladıkları Galatasaray Tarihçesi ve 1933 Mezunlarının 50. Yılı‘nda bahsedilmiş ama rakibin hatırasına saygısızlık olmaması için isim falan vermemiş Furgaç, elli yıl boyunca saklamış. Müşir Ahmet İzzet Paşa’nın oğlu Furgaç 1989’da Moda’da yaşıyormuş, babasının hatıratını hazırladığı sıralarda Bayazoğlu’na anlatmış olmalı her şeyi. Rakibi Hans Bellem, o zamanlar Nazi Öğrenci Birliği (Lüderitz) üyesi, mimarlık öğrencisi. Furgaç’la Galatasaray’dan iki arkadaşı Kemali Söylemezoğlu ve Nüvid Arıcan üniversitenin kantininde yemek yiyorlar, o sıra SS üniformalı bir öğrenci başlarına dikilerek kalkmalarını istiyor, Furgaç yemekleri bitince kalkacaklarını söylüyor, sonra bu Hans flamayı masaya dikerek derhal kalkmalarını isteyince Furgaç alıyor flamayı, bam diye yere vuruyor, bahçeye çıkıp kavgaya tutuşur tutuşmaz burnuna bir yumruk yiyor, ortalık kan revan. Ertesi gün tartışmaları çözümleyen derneğe gidince şikayetçi olmadığını, Hans’ı düelloya davet ettiğini söylüyor. Şimdi düellonun kurallarını John Wick‘ten biliyoruz biraz, silah seçimi falan da o zamanlar Almanya’da düello yasal, kılıçla vuruşma şartı var bir tek. Furgaç tabancayla düello edeceğini düşündüğü için donup kalıyor başta, çalışmak için süre istiyor, üç ay veriyorlar. İzinler alınıyor, Alman tarafından sorun yok, bizimkilere haber verildiğiniyse hiç sanmıyorum Bayazoğlu’nun “sorun yaratmamış” demesine rağmen. Furgaç hemen hoca tutuyor, Kühner’den bir ay ders, sonra Paris’e gidip oradaki bir hocadan iki ay ders, dönüşte düello. 10 Kasım 1938. Hans esas duruşa geçip düello geleneği üzerine bir tirat okuyor, Alman şair Ludwig Uhland’ın şiirinden: “Derken görüldü ki sağdan ve soldan/ Yarımşar Türk aşağı düştü.” Düello yarım saat sürmüş, Hans tam öldürücü darbeyi alacakken jüri durdurmuş dövüşü, Furgaç’ın kazandığına karar vermişler. Bütün hazırlıklar, akşamki parti Hans’ın zaferi için, adamlar hakkını verip şeref köşesine Furgaç’ı oturtmuşlar. “Sonradan dost olan iki düellocudan Hans Bellem, Büyük Savaş’ın ilk aylarında cephelerden birinde mağlubiyeti görmeden ‘Alman şehidi’ oldu. Furgaç ise bu trajik günün hatırasını yarım asır boyunca kendine saklayarak günümüze kadar geldi Düello sırasında filme çeken bir arkadaşı negatifi Süheyl Furgaç’a vermiş. Ama o alçakgönüllü kahraman bu filmi tabettirmeye bile tenezzül etmemiş.” (s. 197) Muhteşem bir hikâye. Bizde Kıbrıslı Şevket’le Mustafa Fazıl arasında bir düello dönmüş de yasak yüzünden Romanya’ya gitmişler, Türkiye’de düello yapılamıyor. Yahya Kemal’in Ahmet Hamdi Tanpınar’la gönderdiği düello mektuplarını düşününce, eh, Bulgaristan’a falan gitmeye gönlü yoksa zaten vuruşamazmış Yahya Kemal. Gerçi kim takar, Eyüp’ün tepelerinde dan dan.

Orhan Talat Şalcıoğlu, “Çanakkaleli Baudelaire”. Kitabının çıktığı gün, 13 Mart 1993’te intihar etmiş, Çanakkale’nin nesi, David Gilmour’ı. Bir dergide yazı işleri müdürü olarak çalışıyor, Marmara Üniversitesi İngiliz Filolojisi mezunu, 28 yaşında, kitabının çıktığını söylemek için gelen arkadaşına kapıyı açacak halde değil o gün, polisler eve girdiklerinde Şalcıoğlu’nu kan içinde buluyorlar. Sarhoş olduktan sonra vücudunun çeşitli yerlerini keserek intihar etmiş, haberde böyle yazıyor ama Bayazoğlu düzeltiyor yanlışları, adamın yaşı otuz üç, yazı işleri müdürlüğü yapmamış hiç, şiirlerini başkası vermiş basılması için. 25 Ocak 1960 doğumlu, on beş yaşında elinde gitarıyla sahnelere çıkmaya başlıyor, Led Zep, Pink Floyd, Jimmy Hendrix, Jethro Tull seviyor. Çeşitli orkestralarda çalıyor işte, belediyede memur babasının otoritesi altında ezilmiş ama bu şekilde yırtıyor. Biraz. İzi kalır. “Lise yıllarından itibaren sıkı bir ‘şarapçı’ oluyor, Çanakkale’de âdet böyle. Duvarlarında incir bitmiş viraneliklerde saklı saklı şarap içiyorlar. Çok içmek, hızlı içmek ‘göçmen -Girit- dadaları’ arasında statü sağlıyor. Önlerine esrar çıkıyor, Orhan tereddütsüz sıraya giriyor, ‘muhafazakâr likitçiler’ kaş çatıyor, ama aldıran kim! Bu yıllarda Orhan, Perihan adında bir kıza âşık, hem de sırılsıklam.” (s. 190) Devlet duvarına çarpmayan dedim de mümkün mü bu ülkede, 1980’de ne kadar devrimci varsa toplamışlar Çanakkale’de, aralarında Orhan da varmış, hayvan muamelesi gördüğü yetmemiş gibi yıllar boyunca evini basmışlar, rahat bırakmamışlar. Perihan bu sırada terk etmiş Orhan’ı, bir subayla birlikte Kayseri’ye kaçmış, adam iyice çökmüş bu olaydan sonra. İstanbul’da üniversite okurken Timur Selçuk’tan tiyatro müziği üzerine ders almış, bir süre küçük İskender’le takılmış, memlekete dönünce müzikle kendini ifade edemediğini, şiir yazacağını söylemiş. Kendini eve bir kapatmış, çıktığını çok az insan görmüş sonra. Kendi kendine gitar çalıp ağlarmış, şiir yazıp içermiş, “len arakla kendini” diye bir laf uydurmuş ki imzası gibi, oturup Japonca ve Yunanca çalışmaya başlamış, argo sözlüğüne girişmiş ama tamamlayamamış, günler böyle anafora dönmüş. Perihan yıllar sonra çıkıp gelmiş, kocasıyla anlaşamıyormuş ama Orhan’la da anlaşamamış herhalde, sürekli kavga etmekten bıkınca Kayseri’ye dönmüş Perihan. Telefonlar, yine kavgalar uzaktan uzağa, Orhan dibe vurunca arkadaşları telaşlanıp şiirlerini bastırmak için harekete geçmişler, böylece kurtaracaklarını düşünmüşler Orhan’ı. Sonuçta efsaneye dönmüş bir adam Orhan, olabileceklerinin uzağından dahi geçememiş ne yazık ki. Kaybolup giden yeteneklerden biri Orhan, kitapta daha çok var. Yapabileceklerinden çok daha fazlasını yapabilecekken ayağı kayanlar da var, mesela Ergüder Yoldaş, mesela Mesut Aytunca. Ne yeri ne zamanı, bazı yetenekler için cehennem gibi ülke maşallah. Aytunca bir kadın çorabıyla boğularak öldürülüyor, henüz otuz iki yaşında, yaptıklarıyla memleketin müziğine üç beş takla attırmış ve etkisini sonraki jenerasyonlarla sürdürmüş.

Acı hikâyeler, yıldızları bir anlığına parlayıp sönen insanlar. Genellikle duvara toslamışlar. Devlet duvarı, toplum duvarı, aile duvarı, her neyse. Bayazoğlu’nun dört dörtlük portrelerinde canlanıyorlar.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!