Sözcükten kısınca cümle yükseliyor, kısık sözcüklü cümleleri devirince, peş peşe devirmeyince üstüne, biçimlenen anlamın ayakları yerden mi kesiliyor biraz, ki iyi, yerellik yer yer cortluyor, köylüler “1 gram” eksiklikten bahsetmezler mesela ama çoğun o da tamam, hikâyeler kırsalın zamansallığı, olağandışılığıyla dolu olunca bir de, dört dörtlük öyküler işte. Kutlar’ın İshak‘ında karakterlerin toplumun gerçekliğinden uzaklığını eleştirmiş Erdal Öz de Yusuf Atılgan tepki göstermiş dostuna yolladığı mektupta, karakterlerin gerçekçiliği yapının bütününe bakınca neymiş, Kutlar’ın kurduğu dünyaya koşulsuz girmek gerekirmiş öykülerin niteliğini anlayabilmek için, öykü görgüsünü mutlak doğru olarak bellememek gerekirmiş. Doğrudur, üstelik Durmaz’ın öykülerinde o tür bir çatlak da yoktur, hani toplumsal sorunları ayrı bir parantezde, öykünün dünyasından ayrı bir yerde, yine öykünün içinde belirtmece yok, anlam yoğunluğunun homojen bir parçası zaten mesele. “Göl”deki öykülerden -üç bölümde çok öykü eşittir kitap- “Un”a bakalım konuyla ilgili, bölümlerin öyküleri birbiriyle bağlantılı olduğu için kitaba orta yerinden başlamış gibi olacak ama yerleri değiştirilebilir öykülerin, kolaylık olsun diye ortak karakterlerin olduğu öyküler genelde arka arkaya konmuşsa da kopukluk olmazdı araya o dünyanın başka öyküleri girseydi. Neyse, değirmenin çarkına vurur kendini su, buğdayı öğütür, bir çuval buğdayı alan Selim bir suçlu gibi kaybolur ortadan. Üç gündür Ayşe dikilmektedir karşısında, çipil gözleriyle eşini durdurmaya çalışır ama Selim nereden bulduğu belli olmayan buğdayı öğütür de gider, yıllarca konuşulur bu, Selim’in bir gece atlayıp gittiği trenin, çuvalın, Ayşe’nin acısının akıbeti belli olmaz. Döndüğü zaman hiçbir şey söylemez Selim, Ayşe de sormaz, iki çocuk doğurduktan sonra aynı yatakta yatmaya devam eder ama bir şey kırılmıştır, köyün tabanı yerinden kaymıştır sanki, hiçbir şeyin olmadığı yerde bir şey olunca ne olursa dünyaya da o olmuştur. Kadının sözü yoktur, erkeğin gerekçesi, aile sorunlu bir yapı olarak öyküye sızmıştır ama maksat sızmayı göstermek olmayınca göze de girmez, iyi bir öyküde olması gerektiği gibi. İkinci öyküde tam anladım, nadiren edebî atak geçiriyor öyküler, kalbinin yerine gökten düşen bir taşı sokan Arif nam karakterin bunaltılı yaşamını deşen şu bölüm mesela: “Bu taş, bahçenin taşı değildi nihayetinde. Bir zaman parlamış, ışığı bilmiş, yanmış, kavrulmuş taştı. Bunu unutmuştu da, en sertinden bir taş olmuştu bu yıldız. Anladım ki, meğer taş her yerde taşmış. Ha dünyanın toprağından olmuş, ha göğün boşluğundan. İkisi de aynı bokun soyuydu. Taş, taştı işte.” (s. 19) Çok bu, rahatlıkla çıkarılabilir, öykü daha da pürüzsüz hale gelebilirdi, öyle sıkı kurulmuş ki çok göze batmıyor yine. Son zamanların “dilli” yazarlarını okuduktan, övgülerin altında kaldıklarını gördükten sonra Durmaz’ın öyküleri iyi geldi açıkçası. Yeni değil de iyiliği yeni, günümüzde zar zor rastlanır. Kırsalın sıkıntılarının iyi anlatımları. Kent öyküleri de var, ikidir, biri tam kent de sayılmaz ama saat kuleli öykü ne öyküdür öyle. Geleceğim.
“Göl” dedik, Selim’in nereye gittiğine bakalım. “Artık trenler bu istasyona gelmiyordu. Şehir, gölün öte yakasına doğru gelişti, demiryolu oraya kaydırıldı. Pastan görünmeyen terk edilmiş yol, bir treni taşıyacak kadar sağlam değildi zaten. Bunu, tüm makinistlerin biliyor olması gerekirdi. O sabah sisli gölün kenarında, ölü bir yılan gibi uzanan yolun ötesinden, istasyona yaklaşan bir karaltıyı bu yüzden hayra yormadı Peri.” (s. 89) Öykülerde klasik anlatımın nadir örneği, bir de bölümün ilk öykülerinden birinde var, onu da vereceğim ama Selim insin trenden, Peri’yi perdenin arkasında saklanırken bulsun, öyküleri tamamlamaya geldiğini anlasın. Trenin yolu başka yerden, Peri yabancıda tanıdık bir şeyler buluyor, “bilincinin çok gerilerinde, hiç habersiz yaptığı bir anlaşmaya uyuyor” çünkü rüyalarda da öyle oluyor, her şeyin bir nedeni olmuyor, hikâyeyi havada asılı tutan ögenin göründüğü tek yer. Peri’nin babası istasyon şefiymiş bir zamanlar, yazıp yazmadığını bilmiyoruz ama kadın bir zamanlar bir istasyondan satın aldığı, yarım bırakılmış bir öyküyü taşıyor yıllardır, elbette öykünün yazarı orada olduğunu duyuruyor ve sevgili okurunun nerede olduğunu soruyor, bu kadar ince bir göndermenin veya kapkalın bir aşırı yorumun örneği varsa alkış olsun. İki ucundan tutup da tamamlıyorlar öyküyü, Peri’nin yavaşça dibe çökmesiyle sonlanıyor. Taşa benziyor, bir taşın konuşmasının beklendiği öykü vardır, taşın sessiz sularda gömüldüğü öykü vardır, özenle çizilen büyük çember tamamlanıyor bu öyküyle. “Kırılma” milat değil de baraj gölünün yuttuklarını ilk kez gösterdiği için önemli, bir de yine iletişememe sorununa değinip iki meseleyi şahane tokuşturduğu için. Yukarıda “vereceğim” dediğim: “Gölün gümüşsü durgun yüzeyi, içindekileri kusacaktı bir gün. Bir şehrin geri kalanı duruyordu suyun altında. Ağaçlar, hayvan ölüleri, ev artıkları, yollar, sokaklar… İnsanların hayalinde yaşayan ne varsa hepsi durgun suyun altında çürüyordu. Ağır bir koku geliyordu rüzgârla. En çok sabahları çürüyordu gölün altındakiler. Penceresinde oluyordu Maral. Çürümenin ağır kokusu bedenini sarana dek oradan ayrılamıyordu.” (s. 77) Çoktan boğulmuş mudur Maral, gölün boğduklarına yakın bir yerde midir, adamı gelesiye zamanı da mı çürütmektedir, yoruma açık. Ekmekler, patatesler çürür, dolapta yenecek hiçbir şey kalmaz çünkü adam eve gelmediği için hepsi kurtlanır, bahsi geçmez artık, adamın ağzından bir kelime çıkmadığı için konuşma işini sigara ve ayak kokusu halleder. Gecenin bir körü son kez gelir adam, Maral sığındığı köşeciğinden çıkıp adamın önüne gelir, ağzını kocaman açar, biraz daha, çene kemiği çatırdar, gerilen derisi yırtılıp kanamaya başlar ve barajın duvarı yıkılır da bütün çürümüşlük adama doğru akar. Kısacık bir sahne, öykünün yapısal gerçekçiliğini sarsacak kadar uç, gerçi baştaki boğulmayı düşününce Maral’ın “normal” bir dünyada yaşadığını düşünmek zor da bir şeyleri askıya alıyoruz ya kurmaca okurken, hatta kurgu dışı okurken de, Durmaz pek hoş oynuyor bu alımlamayla.
“Göç”ü, kuledeki saati, saatin temsil ettiğini, kentin hangi koşullarda var olabileceğini görmeli. 60 Saniyede Görünmez Kentler diye bir kitap diyelim, öykünün ilk paragrafı başarılı bir küçükçül, küçüksül, küçümcü öykü olurdu: “Kentin gözüydü kuledeki saat. Öyle olunca kent, kendinden başka hiçbir şey görmüyordu. Gözü hep kendi üzerindeyken, kendini çoğaltıyordu durmadan.” (s. 63) Dışarlıklı biri, yaban, kentin zamansız olduğunu söylemiş, iğne oyası yaparken parmaklarını delik deşik etmiş kadınlar hep birden saati göstermişler, işte saatmiş, zamanı varmış oranın ama dışarının zamanıyla içerininki tutmuyor birbirini tabii, küçük yerlerin zamanı o kadar küçük oluyor ki ölçüye gelmiyor, kulenin mimarisi belirlenemediğine göre oranın zamanını da belirlemek mümkün değil, zamansızlıktan bir türlü gelişemeyen insanlar eciş bücüş, akreple yelkovanın anlamını unutmuş olabilirler. Keşif Amca hatırlıyor ama kuşlara öykündüğünden, ikinci bölümün adı “Kuş” bu arada, bölümdeki bütün öykülerde kuşlar uçuyor da diğer bölümlere de taşıyorlar, Keşif Amca bir gün kendini boşluğa bırakıp kuş gibi uçabileceğini mi düşünüyor artık, uçamıyor. Uzaktan akrabası Ruşen saati kurmadığı için, kimse kurmasını söylememiş çünkü, saat duruyor, Saatçi Yılmaz da iyi edemiyor, nihayet akreple yelkovan çalınınca göç etmekten başka çareleri kalmıyor insanların. Aynı zamanı bulabilecekleri başka bir yer, bulabilirlerse.
İyi öyküler, Durmaz’ın diğer metinlerini de okuyacağım.
Cevap yaz