A’dan Z’ye resimli sözlük, çocukluktan kalma, her harfin birkaç hikâyeyi, tarih parçasını içerdiğini düşünürsek kurgusal temel. 1996’da yerel seçim sonuçlarına fesat karışınca Belgrad halkı sokaklara dökülmüş, resim yerine fotoğraflar o eylemlerden, Zilahy’nin kendi sözlük denemesi. Bir sözlüğü denemek: kan vergisi olarak Balkanlıların çocuklarını alan, Balkanlılara karşı savaştıran bu çocukları, Osmanlı elbet güneyden gelen öcü olarak ara sıra ortaya çıkıyor. Sırp fıkrasıdır, dünyanın gördüğü en başarılı Sırp elbette Sokollu. Eylemcilerin arasında Yüzyıllık Yalnızlık‘ı elinde tutan biri var, Buendia -hangisiyse, belli gerçi- bir şeylerin ağır ağır değiştiğini gördüğüne göre Belgrad da görecek, hızlandırılmış haliyle. Slobodan Milošević seçime fesat karıştırmasa, karıştırdı ve karşı protestolar düzenlendi, Slobo’yu sevdiklerini söylediler, Slobo onları sevdiğini söyledi, protestolar karşılıklı sürüp giderken, bunlar kitapta yok, Wiki’den apardım, genç bir adam karşı taraftan birinin kafasına sıktı, kafasına sıkılan mucize eseri kurtuldu ama uzuv kontrolünü yitirdi, mahkemede karşılaştıkları zaman ateş edene neden ateş ettiğini sorduğunda diğeri neden ateş ettiğini bilmediğini söyledi, vurulan eğer memlekete barış gelecekse vurulmaya razı geldiğini söyleyip diğerini affetti. Kitabı savaştan önce kendisine ödünç veren kızı arıyormuş adam, eylemde rastlaşmayı umuyormuş, geri vermek için vesile. “Belgrad’da zaman yüzlerden anlaşılır. Bir hafta geçtikten sonra bazı simaları seçmeye başlarsın, bir yıl geçti mi artık herkes tanıdık gelir. Yüzün varsa saatin de var demektir. Burada saat mücevher niyetine takılır. Yelkovan ve akrep, taşıyanın ruh hâline göre keyfekeder ilerler. Geç kalma ihtimalin yok. Sokağa çıktın mı eylem zamanını yüzlerden okursun. Birinin yüzüne bak, zamanı anla. Kararlaştırılan anda hiçbiriniz buluşma yerinde olamazsınız ama buluşmayı ummadığınız bir başka yerde illaki karşılaşırsınız.” (s. 2) Kendi zamanı şehrin, özgün zamansallık, “Trinidad’da her saat Trinidad saatidir” sözü Belgrad için de söylenebilir, herkes bir şekilde oradadır, samimiyetle vardır, özgürlüğünün farkında olmayan yoktur. “Slobodan”ın anlamı “özgür”dür, insanlar özgürlükleri için seçtikleri lidere karşı geliyorlar bu kez, kendi özgürlükleri için ismi çiğneyip geçecekler, kendi özgürlükleri için Tito’nun rejiminin yarattığı nostaljiye kapılacaklar veya kapılmayacaklar da iki farklı dünya var, Füruzan’ın konuştukları sosyalist rejimde gelecek kaygısından mustarip olmadıklarını söylüyorlar, Zilahy’nin konuştukları bir daha asla o günlere dönmek istemediklerini ima edip Slobodan Milošević’e hayır demenin vaktinin geldiğini söylüyorlar. Örneklemler bambaşkadır muhtemelen, aktarılanlar kadar aktarılmayanlar vardır, iki kutbu birden görmek için iki metni paralel okumalı. “Ilımlı diktatörlük” döneminde ödevlerini malum sözlüğe bakarak yapıyor Zilahy, sınıf arkadaşlarının aniden taşınmalarını garipsiyor, iltica edenler için söylenen bir kod bu aslında, sevilen kız taşındığı zaman acıyı da taşıyor. Sözlükten alıntılar, resmini görmüyoruz ama Péter nam çocuk dünyayı tanıyor, gündelik yaşamını öğreniyoruz, itaat etmeyi yavaştan öğrendiği gibi öğretiyor da. Epizodik olduğunu söylemeli mi metnin, atomize anlatı, küçük parçalar, toplamı Balkanların dağınıklığı. Çevik kuvvet polisi duvardaki bir resmi copunun ucuyla silmeye çalışıyor, Slobodan Milošević domuzunun darağacında sallanacağına dair resim sözlüklerde yer almayacak ama bir çağın çocuklarınca hatırlanacak. Akademisyenlerden dört kat fazla maaş alan polislere karşı öfke var, gerçi kafa göz kırdıkları yok ama kalabalığı itip kakıyorlar, kayıtsızlar, sanki ülkede neler döndüğünü bilmiyorlar. Kaç tane var acaba, “ACAB” yazanlara nasıl davranıyorlar, Belgrad’ın kızlarını dikizledikleri kesin. Belgrad Kalesi iki nehrin birleştiği yerdeki tepede, Büyük Macaristan tam orada parçalandı, kuşatmadan bir türlü kurtulamayan mekân yine kuşatma altında. Zilahy trenle gelirken Belgrad’a, eskiden birlikte yaşayan insanların yarım yamalak anlaştıklarını görüyor zira diller ayrışmış, ortaklık sürse de Zilahy’nin sorduğu basit bir soruya Sırp, Hırvat dillerinde bir şeyler söyleyerek cevap vermiyorlar, verilen cevap anlaşılmıyor artık. Denizi kaybetmelerini unutamayan milyonlarca insan var, artık başka bir ülkeye geçmek zorundalar en yakındaki denizi görebilmek için. “B”, Bilbo Baggins’i Macarcaya kimin çevirdiği. Savaş sürerken Yugoslavya’ya gelmemiş Zilahy, askerde keskin nişancı olan bir dostunun kurşunlarına hedef olmak istememiş. Bir yıl önce birlik, bir yıl sonra savaş, kimse kimseyi vurmak istemese de vurulacak insanları tanımamak için yapılacak ne var, belki gövdelere ateş etmek. Bosnalı yazarlardan birinin metninde vardı, kafede oturup gazete okurken yoldan geçen birinin beyninin duvara püskürdüğünü görebilir, okumaya kaldığınız yerden devam edebilirdiniz, muhtemelen ölmezdiniz çünkü ölecek olsanız çoktan ölürdünüz. “Ambargo sırasında Budapeşte-Ferihegy Belgrad’ın da havaalanı oldu, Macar azınlığın sesi çıkmadı. Sağduyulu tek etnik grup onlardı. Etliye sütlüye karışmazlardı. Belgrad’da Macar olmak iyidir, güzide bir durum. Budapeşte ve Belgrad; her iki kent de düzenli olarak bombalanmıştır. Yenilgi, serzeniş ve küçük bir halk olmak, melankoli ve denizden mahrum bırakılmak ortak tarihsel deneyimleridir. Aynı kıyı şeridini kaybettik, kader birliği değil de nedir bu?” (s. 9) Slobodan Milošević’in babası din bilgisi öğretmenliğinden Rusça öğretmenliğine terfi ettikten sonra kendini Karadağ kayalığından aşağı atar, annesi kendini asar, amcası iki elinde iki revolver, şu ana dek okuduğum en dehşet verici benzetmelerden biri, mahcup olsam da söylemeliyim, matrak aynı zamanda, silahları “stereo biçimde sıkarak” ölmeyi başaran bir general, öğrencilerin taşıdığı pankartlardan birinde Milošević’in aile geleneğini sürdürmesi gerektiği yazıyor. Resmî kayıtlara göre kalenin duvarına dikilen tuğu indirmek için Sırp kahraman Türk kahramanla birlikte aşağı yuvarlanmış, “Clegane yuvarlanması”. Saraybosna Hayvanat Bahçesi kuşatma sırasında kaderine terk edilmiş, hayvanları kafeslerinden çıkarmamışlar, ilk vurulanlar zürafalar olmuş zira kolay hedefmiş uzun boylarından ötürü. Tito’yu cazı serbest bırakmaya ikna eden babasıymış, Stalin onu çok severmiş hatta mareşali olmasını bile istemiş ama Tito’nun arkadaşı(!) Milovan Đilas Sovyet askerlerinin Belgrad işgalinde kadınlara tecavüz ettiklerini söyleyivermiş, plan iptal. Öyle yaşamaya devam etmek istemeyen binlerce kişi günlerce doldurmuş meydanları, rektörler protestolara katılan öğrencilerin okuldan atılacaklarını söylemiş ama eğitim sokakta olduğunu Seneca’dan biliyorlarmış öğrenciler, kulak asmamışlar. Tito devrimin sürmesi gerektiğini belirtmiş bir zamanlar, Belgrad’da devrim yok ama en uzun sokağın adı “Devrim Caddesi”. Basketbol şampiyonu olan takım, Yugoslav ekolü, Yugoslav fedakârlığı, Yugoslav uzunluğu. “Yugoslavya denilen parlak fikrin sonu geldi, yüzsüzlük ve doyumsuzluk dünyanın gailesi içinde kayboldu. Kimi tutacağımı bilmiyorum artık.” (s. 25) Zilahy’nin annesiyle babası rejimden yakınsalar da karşı gelmezlermiş, tıpkı Zilahy’ye karşı gelmedikleri gibi. Üç yılda bir yurt dışına çıkış izni, tatillerin zamanı belli, baba iyi kazandığı ve önemli bir iş yaptığı için güzel de tatiller, hiçbir zaman terfi alamamış ama iyi para kazanmış baba, partili olsaymış her şey daha başka olurmuş da midesi o kadarını kaldırmıştır. Belgrad ayaklanmıştır, 2000’lere girerken daha nelerin yaşanacağını bilmez, otuz yıl öncesinden bugüne, buralara modeldir: “Rejim karşıtları yedi buçukta, ıslıklarla ve davullarla protestoya başlıyorlar. Böylece komşularınla da kaynaşmış oluyorsun. Tahta kaşıklarla ve tavalarla pencerelerdeyiz. Şu anda, dördüncü tahta kaşığımı parçalamakla meşgulüm. Benim için Belgrad, çürük yumurtalardan çok kırık tahta kaşıklar devrimi.” (s. 28) Yumurtaların üzerine iğnelerle küçük delikler açılıyor, üç gün bekletilen yumurta bok gibi kokmaya başladığında polislere fırlatılıyor. Belgrad özgürlüğü bekliyor, “özgür”lüğü def etmeye çalışarak.
Cevap yaz