Erdal Öz – Kanayan

“Taş” gece işçilerinin çalıştığı, gecenin geldiği yerden bakar mekâna, Karasu’nunkine benzer müphemlik, Karasu’nunkiyle aynı dehşet. “Gecenin ilerlemiş saatinde bir silah sesiydi duyduğun. Çıplak, boş sokakta koşuşmalar, patırtılar. Birini kovalıyor olmalıydılar. Yorganı üzerinden fırlatıp balkona koştun. Çok yakınlarda ikinci bir patlama. Bağırışlar. Bir patlama daha. Yakalanan birinin pataklanışı gibi geldi sana duyduğun sesler. Karanlıktı. Bir şey görünmüyordu.” (s. 7) Karanlığa dışarıdan bakış, hiçbir şeyin görünmemesi içeriden, anlatıcı hitap ettiği karakterin devinimini kurarken karakterin bilincine uzaklığını da cümleden cümleye ayarlar, anlatının ölçeği küçüktür yani, detaycı anlatım. Tepesinde mavi ışığın döndüğü araç, sokağın kesik kesik masmavi bir yılgıya boyanması, bu mikro hikâyeleştirme yoluyla imgelere yer açılır. Ortam tekinsiz, sokakta devlet terörü, apartmanların pencereleri gürültüyle açılır ki Öz’ün öykü boyunca topladığı cesaret kırıntılarının bir temsili midir, silahlar patlarken sinmemiştir insanlar da varlıklarını belli etmişlerdir. Bu bir, ikincisi genç adamın polislerce dövüldüğü arabaya yaklaşıp elini cama yaslayan, içeriyi görmeye çalışan işçi. Genç adam hiçbir suçunun olmadığını söyler, yalvarır ama bırakmazlar, yetkili abilerden biri doğruca yedinci kata götürmelerini söyler çocuğu, bu yedinci kattan bahsetmeli zira toplumsal hafızanın tazelenmesi gerekiyor. Gerçi Altıncı Filo’ya gösterilen tepkilerin polis şiddetiyle bastırılmaya çalışıldığı İzmir’de geçiyor bu öykü de, Sansaryan’ın model alındığı bir yapı belki. Rıfat Ilgaz’ından Demirtaş Ceyhun’una pek çok yazar bu hapishanenin, hapishane türünün korkunç memurlarından, en üst katındaki tabutluklarından bahseder. Sırrı Süreyya Önder’in gençliğinde aylarca maruz kaldığı ortam bu tabutluk, insanlık dışı. İşçi bu öyküdeki nadir insanlardan biri, tehdit edilmesine rağmen geri adım atmaya gönlünün olmadığını açık açık ortaya koyuyor, kaybedeceği hiçbir şey yok, haksızlığa karşı safını belli ederek polisleri ürkütüyor. Amerikan generali öyle protestoların normal olduğunu, zaten azınlıkta kalan protestocuları Türk gençliğinden saymadığını belirterek kimliksizleştiriyor, polis şiddetine bakarak başarılı olduğunu söyleyebiliriz. Muhataba dönelim, camdan gördüğü manzarayla dertlenir, sıcak yatağında bunalmaya başlar, dayak yiyen gencin tabutlukta eziyet çektiğini düşününce kendi yatağının sıcaklığından iğrenir. Hayallerinde çocuğu kurtarmak için senaryolar kurar ama bir şekilde yakalanır hep, en sonunda geceye karışıp Amerikan sinemasının camlarını indirmeye karar verir. Nöbetçi askerin silahından ürker, taşı sımsıkı kavramış, karanlığın soluğunu dinliyor, kalbi kulaklarında atıyor, taşı bir türlü atamıyor. Dayak yiyenler, öldürülenler, öfke, umutsuzluk bir araya geliyor, o kadar karanlıktan bir aydınlık patlaması, taşı atıp fırlıyor ama o patlama tüfeğin patlaması aynı zamanda, vurulup vurulmadığını bilmiyor, sadece koşuyor. Belirsizliğin içinde küçücük de olsa belirli bir eylem, anlamlı, buradan başlamalı direnmeye, hani nereden başlayacağını bilmeyenler için işaret.

“Ernesto” iki bölümlüdür, ilk bölümde Simon’la birlikte çatışan Ernesto’nun defalarca vurulduğunu görürüz ormanda. Maden işçisi Simon oraların girdisini çıktısını çok iyi bilmektedir ama askerleri atlatamazlar, silahlar patladığında her şey bitmiştir artık. “Bir kurşun daha girdi bacağına, yakarak. Savruldu bacağı bir kez daha. Yere düşerken, bir başka kurşun M-2 tüfeğini koparıverdi elinden. Koluna bir kurşun yedi. Çöktü. Doğrulmaya çalışarak sağlam kalan koluyla tabancasını arandı, buldu, çıkardı, menevişli namlusunu doğrulttu, bastı tetiğine; boştu tabanca.” (s. 24) Klasik anlatı, ilk bölüm anlatısal ağıt, ikinci bölümdeyse altlı üstlü kurmaca giriyor devreye: yazarı gözlemleyen Ernesto gerçeklerin olduğu gibi anlatılmasını, değiştirilmemeyi ister ama yazara göre çoktan efsaneye dönüştüğü için gerçeklik geride kalmıştır, direnişin hikâyesi doğduğu anda Ernesto’nunki değişime uğrar, İsa’nın çilesine benzer bir çile çektiğini göstermek isteyenlerce İsa’ya benzetilir Ernesto, genç kadınların odasında resimleri varsa olduğundan daha yakışıklı çizilmiştir hatta Hergele Meydanı’ndan aldığı parkasını gençlik de beğenerek giymeye başlamıştır. Şaşırır Ernesto, meydandan haberi yoktur, anlatıcı gücün kendisinde olduğunu ve Ernesto’yu istediği gibi değiştirebileceğini söyledikten sonra ekler: “‘Hergele meydanını da bilmezsin sen. Görmeni isterdim. Amerika’nın bütün eskileri oradadır. Kirli Amerikan donu bile satılır. Ucuzdur Hergele meydanında satılan mallar. Caddenin ortasından geçerler, olanca güçleriyle bağırıp çağırırlar.” (s. 31) Bununla kalmaz, Ernesto’nun cinsel sorunlarına da inmeye meyilli olduğunu söyler anlatıcı, Ernesto karşı çıkar ama sanat dinlemez, kafadan girer istediği konuya. Örneğini bir başka öyküden çıkarır anlatıcı, Orhan Duru’nun Ernesto’yla ilgili öyküsünden cümleleri aralara serpiştirerek karşı çıkılanın daha önceden yapıldığını, yapılmaya da devam edileceğini söyler. Fahişelerin parasını yemiş midir Ernesto, Duru’nun öyküsünde yediği söylenmişse anlatıcının öyküsündeki onurlu ölümü daha acılı olur mu, metinler arasındaki ilişkilerle metinlerdeki yaşamlar arasındaki ilişkiler birbirinden ne ölçüde etkilenir, yaşamlar metinlere sığar mı, meseleler bunlar.

“Kurt” bir görüş günü öyküsüdür, fabrika işçisinin babası ve eşiyle görüşmesinin, Kurt’un öyküsü. Camın ardında birbirlerine bakarlarken konuşmaya da çalışırlar ama sesin geçeceği boşluğun nerede olduğuna dikkat etmezler başta, sözcükler boşa gider, iletişim yolunu bulana dek zaman kaybederler. Odaklanma noktası değildir, Öz pek az şeyi öne çıkarır, bütün ayrıntılar hikâye ilerledikçe görünür yerlere oturur. Kabuk bağlamış yaralı bileği gizlemek, topallığın sebebini açık etmemek, babayla eşe bilinmeyenin gerginliğini yaşamak düşüyor da geriye sarıyor hikâye, falakadan sonraki tuz faslını, cinsel organlardan elektrik verilmesini, her şeyi görüyoruz da atmosfer drama kurulmasına müsait değil, elbet onca işkencenin verdiği dehşet tamam da yılgınlık, eh, karakterin düştüğünün ötesinde zerresi yok ki karakter de dirençli, düşmüyor mutsuzluğa. Nedir, fabrikadaki grevi örgütlediği için hapse atılıyor, türlü bela geliyor başına da görüş günü dik, bir Kurt öldüğü zaman gözyaşlarını tutamıyor artık. Nice zaman geçirmişler birlikte, bütün olup bitenlerin yanında zamanın aktığını köpeğinin ölümüyle anlayan işçinin acısı dayanılmaz artık. Şu var, eleştirilmeli, işçinin eşi başlarına geleni pek güzel anlamıyor, bu kadar güzel anlamaması öyküde arıza çıkarıyor: “‘Görsen, yatağımızı, yastığımızı didik didik edip tiftiğini yığdılar odanın ortasına. En çok da sandığın içinde duran kitaplarını bulunca deliye döndüler. Hepsini alıp götürdüler. ‘Almayın, bırakın,’ dedim, dinlemediler. Hiç kitabın kalmadı. Ne vardı İsa o kitaplarda, ha? Onları o kadar kızdıracak neler vardı o güzelim kitaplarda?’” (s. 46) Yani işte, herhalde acayip acayip şeyler vardı ki evin altını üstüne getirdiler, işçinin testislerinden elektrik, bilmem ne. Sembolik öykü, diğeri de “Güvercin”, hapishaneye düşen güvercin ve mahkûm. Pencerenin demir parmaklıklarından içeri giren kuşun ürkekliğinden mahkûmun ürkekliğine, kuşun uçup gitmesinden adamımızın gidememesine, kuşa eziyet etmek isteyen gardiyanlardan işkenceyi bir an önce bitirip vapuru yakalamak isteyen müdüre geniş kadro. “Kanayan”la bitmiyor aslında, en hüzünlü öykü sonda, her iyi öykünün becerdiği gibi nokta konduktan sonra da sürüyor. Anneyle babanın gözlerinden görüyor, seslerinden dinliyoruz, çocuklarının bebekliğinden gençliğine bir sevgi zamanı, onca kitap okuyan oğluna eşlik eden anne, evden ayrıldıktan sonra bir haber, bir selam için yolu gözlemekten bitap düşmek. Babaya göre iki kez olmuş bu, ilki parasız yatılıya verdiğinde, diğeri de son olay olduğunda, toplam yirmi yıl. Ayrılık çökertmiş, bir de ölüm mü binecek üstüne, babasını hafifçe iterek çıkıp giden çocuk ne kadar çok seviyor aslında, birlikte gezip tozmalarından biliyoruz, itmese devrim biraz daha geç gelecek, o kapıdan çıkıp gitmeli.

İyi öyküler, iyi öykücülük.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!