Tarık Dursun K. – İzmir, Aah İzmirim!…

Kitabın adı üç yerde de farklı yazılmış, kapaktakini alıyorum çünkü en çok nokta kapaktakinde var, noktalar özlemi belirtiyorsa yerindedir. Ben Unutmadan‘ın devamı diye hatırlıyorum ama potpuri diyebiliriz, romanlarından, öykülerinden, başka kitaplarda yer alan anılarından seçmeler var, sanıyorum başka bir yerde yayımlanmamış yazılar da var, mesela oğlununki hoş. “Hiç mi eh-uh yanı yok? Var elbet… Babam, insan… Bir çivi çakmaz babam… Ama, bu işi yapacak olan kişinin emeğinin karşılığını bulur, buluşturur, verir. Çok erken kalkar… Pazar sabahları, çileden çıkartabilir annemi… Altı günkü tempo, neden düşsün yedinci günde diye düşünüyor olmalı… Evet, horlar… Bence, doğal…” (s. 226) Anlaşılır, gerçekten de altı gün öyleyken yedinci günün böyle olması anlamsızdır. Geç kalkmak derttir zaten, sabah kaçar. Sevgili içeride uyuyor mu, adı çağırır, beş dakika konuştuktan sonra uykuya dalar yine. Adam koltuğuna döner, okur, yazar veya neyle uğraşıyorsa ona devam eder. Babasını anlatırken bu kadar mutlu olan biri, pek görmedim, masalara saygıyla davet edilir, babasının işteki titizliğini anar. Yönetmenliği vardır Tarık Dursun K.’nın, işe geç gelenlere izinli olduklarını, sinemaya gitmelerini söyler. Teknolojiyi izler ama anlamada o kadar mahir değildir, yönerge bırakmak gerekir aletin yanında. Daktilodan bilgisayara geçişi sancılı olmuş sanıyorum, uzun zamandan sonra sigarayı da bıraktığı için rüyalarına girer daktilo başında yaktığı sigaralar. Dostlarının teker teker gitmesi çok üzüyor, pazartesi masaları dolmuyor artık o kadar. Amerikalı, Hasan Göksu, Cengiz Tuncer, daha kimler. Hasangiller‘den biliyoruz Göksu’yu, çeteyi, birlikte arkadaşlarının berber dükkânını bir günde ayağa kaldırıp kapısının önünde kutluyorlardı bir güzel. Eski İzmir. Şimdinin Çingene mahallesiymiş K.’nın doğduğu, anlattığı, kurmacalarında dirilttiği yerler, Gizem öyle dedi. İzmir’in bir gecesinde, sabahın üçü veya gecenin, tek başıma denize doğru inerken Küçükyalı’da hissettiğimi hissettim, etrafıma şöyle dikkatle baka baka yürüdüm. Gizem de buralarda öyle yürüdü, yakınlıktır. Tehlikeli yerlermiş, oralara gidemeyiz ama Pasaport, Basmane, başka nereler varsa gezdirecek. O da okudu K.’nın anılarını, çoğu mekânı bildi. O sokaklarda yürürüz, geceleri daireler çizerek. Amerikalı çok gülmüş adını andığım kitabı okuyunca, tam onun anlattığı gibiymiş. At yarışları, K.’nın değindiğini pek hatırlamıyorum ama insanların sigarayı içmeyip somurmaları bıyıklarını yok ediyormuş bir anlığına, dumandan. Ve kimlikte “Dursun Tarık Kakınç”, bu bilgi yok internette. “Sabahattin Alı” da yok. Sarı defterler yok, samandan defterlere tersten başlayarak yazarmış, K. için en ucuzu ve her an elinin altında olanı. “Lahmacuna yenik düşmeyecek İzmir”, sokaklarının adı değiştiğinde sinir harbi, neyse ki bir sokağın adını “Tarık Dursun K. Sokak” koymayı düşünmüşler de sormuşlar yazara, hangi sokağı seçmek istermiş, Karşıyaka’da sokak sahibi olduğunu duyan yeğeni güldürmüş K.’yı. Ad olarak sayı vermişler sokaklara, halk yine eski isimleriyle anmış, bu sokağın adını değiştirmesinler. Ne saçma, toplama kampına kapatılanlara verildiği gibi. Akçay’daki evimizin sokağı öyle, bir türlü benimseyemiyorum.

Rakısına su koymuyor K., önce rakı, sonra su. Biri bana bunu alıştırdı yakın zamanda ama kim, hatırlamıyorum, su katılınca rezalet bir tat veren meşrubatı rahatça içebiliyorum artık. Daha da katmıyorum kendimi, ortaya karışık: “İnsanların bakışları. Süzmeler ve arkasından fısıl fısıl konuşmalar. Hayır, o genelevde cinayet işlemedi. Size yemin ederim. Bu, bir kurgulamaydı. İstanbul’a da gitmedi. Buca’da yaşadı, Bucalı oldu, Bucalı kaldı. Amerikalı gerçekti ama, İzzet Amca da.” (s. 204) Bir gün komşuların çoğu ortadan kaybolunca bir şok daha, bazı şeyler kurgu olarak kalıyor ama bazıları gerçeklikleriyle dalıyor kurguya, dalmak zorunda, kayıt olsun için. Yasef gittiğinde nerede içecekler artık, Yasef’in muhabbetini nerede bulacaklar, İzmir eksiliyor. Yıllar yıllar sonra arıyor Yasef’in oğlu, bir yerden bulmuş, babasının eski dostlarını ana ana öldüğünü söylüyor. Aileevlerinde yaşayan Yahudiler, Rumlar gidiveriyorlar bir gün, imbatla geri dönüyorlar anca. Doğu’dan gelenler diğer yanda, üç tarafın arasında sıkışıp kaldıklarını söylüyorlar, köyleri yakılırken nereye gideceklerini bilmiyorlarmış ama İzmir kucak açmış hepsine. Dalga dalga göç. “‘Hangi taraf gelirse, bizi tepelemeye çalışıyordu. Bizi biz olmaktan çıkarmışlardı, onlardandık, onlardan değildik, asıl onlardandık, hayır onlardan olamazdık, mutlaka öbür onlardandık.’” (s. 193) Başlarda Amazonların hikâyeleri var da Balıkçı anlatıyor, daha da kaç tarihçi anlatıyordur, K.’nın kaleminden okumalı. Büyük İskender’in İzmir’e girdiği kapı, yazarın birkaç tahmini var, muhtemelen o güne dek kullanılan en işleğidir. Büyük savaşların, büyük düşünürlerin diyarı orası, İkinci Dünya Savaşı sırasında, ha, sokak bahsinde Necati Tosuner Sokağı diyecektim, unuttum, okuduğu kitapların arasında o büyük düşünürlerinki de vardır ve kahveciler ancak hatırlı müşterilerine boyalı peynir şekeri verirler de pek hora geçer. O yıllarda ilk aşklar Yahudi kızlarıyladır, K. bir iki kalp kırığını anlatır. Vapurlusu en hüzünlüsüdür, sevdiğini beklediği iskele pek kullanılmadığı için köhnemiştir ama işlek olduğu zamanlarda oradan binerler vapura, karşıya geçip biraz dolanırlar, sonra tekrar karşıya geçerler, kız giderken arkadaşlarıyla buluşur K., bir sonraki güne kadar heyecanlar içindedir. Yağmur mu yağıyor, kız gelmeyecek gibi mi, yine de bekler ta ki bir daha hiç gelmeyene kadar. Bitmiştir, öncekilerin aynı, yıllar sonra karşı karşıya geldikleri zaman kız sitem eder, oğlan sitem eder, aşklarına yanıp hayatlarına devam ederler. “Hani ya, pasta pastiç, nohut çekirdek eğlencelik, gazuuz!” Yazlık sinemalar ortadan kaybolmuştur bir zaman, İzmir Fuarı’nda gerçek bir yazlık sinemaya kavuşasıya yıllar geçmiştir. Yaşlı kadınlar karpuz çekirdeklerini çıtlatırlar kapılarının önünde, adamın biri geçiyorsa susarlar, sonra yine çıt çıt. Seyyar satıcılar, fındıkçılar, buzlu bademciler. Ninesinin bir çift kumruya yandığı olmuş K. çocukken, sonra dayısı bir kızı alıp eve getirmiş, el öptürmüş. Kızın ailesi çıkıp gelmiş, tartışmışlar, yani sulh olacakları belliymiş de kızın babası mı, bastonuyla kumrulardan birine vurmuş da öldürmüş hayvanı. Düğün yaklaşıyor, nine o topal pezevengi dünyada bağışlamayacağını, cenazesine de gelmemesini söylüyor. Diğer kumru kendini tekir kedinin önüne atıvermiş acısından, ninenin ağıtı. Çocukların kuş avları, yani doğayı o kadar seviyorlar da o hayvancıklara neden eziyet ediyorlar bilinmez. Neler yaptıklarını anlatmayacağım, savaş sırasında peyda olan yokluğa veriyorum. Metin Eloğlu yalnızca çikolatalı dondurma istiyor, bulutun rengi cama vurunca kadehler kafaya dikiliyor. Sakıp Bey evinde frigidaire olan tek kodaman o zamanlar, yine savaş sırasında balkona geçip rakısını koyuyor, radyonun sesini kökleyip bütün mahalleliye havadisleri yayıyor. Kent geceleri balkonda yaşar, gündüzleri yaşamaz, imbat çıkana kadar uykuya dalar. Gemilere atlayıp Amerika’ya gitme hayalleri kuran gençlerdendi herhalde Amerikalı, adı öyle kalmış, hiç gitmemiş çünkü de diline vurmuş. Deniz kıyısında açıklara bakıp nerelerin, ne yaşamların hayali. Öğretmenler: Kemal Bilbaşar, Cahit Tanyol, aralarına Samim Kocagöz de katılıyor bazı, bunlar bir üst devreden İzmirli. Salâh Birsel de öyle, denemelerinde İzmir’e neden daha çok yer vermediğini merak ederim. Bir de rehber bellerim bu kitabı, yanımda götürüp Gizem’e gösteririm, beni şu sokağa götür, gül mevsimiyse kokuyu duyur, ne var imiş bu âlemde.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!