Steven Mithen – Susuzluk: Antik Dünyada Su ve İktidar

Kıtlık yüzünden hükümdarların öldürüldüğü geçmişte suyun yönetimi doğrudan politik güç sağlıyordu, yani tanrı-kral modunda takılanlar binlerce insanı çalıştırarak o günün mühendisliğiyle harikalar yarat(t)ırıyorlardı, sonra üç yıl kurak geçiyordu ve canlarından oluyorlardı. Günümüzde böyle bir şey olmuyor, barajlar doğayı mahvediyor ama insan merkezli dünyada sorun değil bu, evlerinden olanlar da bir zahmet başka yerde yaşasınlar, geçmişte olduğu gibi. “Barajları ve sukemerlerini inşa eden işçileri, gündelik hayatlarında buralardan su çekenleri, sellerden ve kuraklıklardan en fazla etkilenenleri konu eden anlatılardan yoksunuz.” (s. 27) Günümüzden binlerce yıl öncesine gittiğimizde aynı sahneyle karşılaşırız, Mithen dokuz örnek seçerek suyun nasıl yönetildiğini gösteriyor, aslında insanların da. Antropolojiyle arkeolojinin kesiştiği noktada kuyuların vaziyetiyle kuyu açanların vaziyeti birbirine bağlanıyor, ilk olarak MÖ 8000’lerde Eriha’daki ilk Neolitik tarım toplumlarından elde edilen veriler suyun tarımla birlikte ehlileştirildiğini düşündürse de James C. Scott’ın Tahıla Karşı nam metnine bakarsak yerleşik hayata geçmeden çok önce suyun yönlendirildiğini görüyoruz. Tarım illa yerleşik hayata geçildiği anlamına gelmiyor, avcı-toplayıcılar iklim uygun olduğu sürece tarım yapıyorlar ama asıl uğraşlarını da sürdürüyorlar, keskin bir geçiş yok yani. Bunun yanında Levant tarihi bize ilk kuyuyu, barajı, sarnıcı ve sukemerini gösteriyor, uygarlığın doğuşunun en önemli parçalarını. Daha geriye götürülebilir mi, şempanzeler boş ağaç gövdelerini ağızlarına su götürmek için buruşturdukları yaprakları sünger olarak kullanırlar, hadi bakalım. İklim değişiklikleri nedeniyle yağış düzeyi artınca ormanlar iyi su tutmaya başlıyor, 500 bin yıl öncesinin insanı yaşadı, gerçi ilk yerleşim Ubeydiye’de 1,5 milyon yıl öncesinden izler varsa da suyla ilgili geride hiçbir şey kalmamış. Şart değil diyor Mithen, Bedevilerin su depolamak için yaptıkları minyatür barajlar da geride iz bırakmadan yok oluyormuş, defalarca ziyaret edilen bir yerde baraj yapabilecek zihinsel kapasiteye sahip atalarımız saksıyı çalıştırmışlardır. 20 bin yıl öncesinde Levant Neandertalini de tükenişe sürükleyen Ohalo’lu Homo sapiens güruhu kulübelerinin yakınlarına su getirmiş olmalı, gölün taşması ve çekilmesi yerleşim alanının terk edilmesine yol açmış ama alet edevata biraz daha yakınız artık, kullanılmıştır, kalmamıştır. Kathleen Kenyon 1950’lerde koca bir yerleşim alanı bulduğunda Çanak Çömleksiz Neolitik (A) ve Çanak Çömleksiz Neolitik (B) diye adlandırdığı iki dönemi açığa çıkardı, Gordon Childe çömleği Avrupa Neolitiğinin temel tanımlayıcı özelliklerinden biri olarak gösterdikten yirmi yıl sonra çizelge değişti böylece, ehlileştirilmiş bitki ve hayvanlardan sonra çömlek çıkıyor piyasaya. Teknik bilgiler bu ilk bölüm için önemli, su kontrolünün tam olarak hangi evrede açığa çıktığını ayrıntılarıyla anlatıyor Mithen. Hikâyeye odaklanıyorum bundan sonra, doğrudan su: çömleksiz dönemde de mevzuya dair hiçbir kanıt yok ama dalgalı çizgi motifi var duvarların üzerinde, suyu temsil ediyor, kesin bir işler dönmüş. İlk somut kanıtsa Eriha’dan, çamur baskınlarının engellenmesi için dikilen duvar dünyada suyu yönetmeye yönelik ilk yapı, sonra Ürdün’ün güneyinde ilk baraj ve ilk kuyu çıkıyor ortaya. MÖ 9000’de Suriye sahilinden gelen (A) kültürüne ait ilk tarım toplulukları Kıbrıs’ta kuyu açmışlar, bu arada kuyuların su kuyusu olduğunu duvarın su geçirmeyen malzemeyle sıvanmasından anlıyoruz, mesela kuyu kuruduysa insanlar ve evcil hayvanlar bu kuyulara atılıyor ve kuyunun üstü kapatılıyor, yine su kuyusudur ama ritik niteliği de var demektir. Çanak çömleğin tarih sahnesine çıkmasıyla birlikte iki olgu da görünür hale geliyor: bu zamazingolarla su taşınabilir ve bunlara sahip olanlar su üzerinde tahakküm kurabilirler, mülkiyet ve sosyal statünün çömleksi durumu. Tunç Çağı’ndan itibaren yapılar gözle görülür biçimde büyümeye başlıyor, nüfusun yüksek olduğu şehirlerde kritik biçimde çoğalıyor. Sodom ve Gomorra’nın bu şehirlerden ikisi olduğu bile söyleniyor, su devriminin sonucunda serpilen uygarlıkların bir parçası, efsanelerin efsanesi. Sümer Uygarlığı’nın çöküşünde aşırı sulamadan kaynaklanan tuzlanmanın etkisi olduğunu söyleyerek üçüncü bölümü atlıyorum, akademisyenlerin tartışmaları çok ilginç olsa da hükümdarların su yönetimiyle güç kazanmaları ve dünyanın Sümerlerin varlığından ancak 19. yüzyılda haberdar olması en dikkate değer bilgiler. “Özetlemek gerekirse, burada iki kilit özellik mevcuttu: Birincisi çiftçi olmayanları, yani zanaatkârları, rahipleri, askerleri, bürokratları ve kralları besleyecek üretim fazlasını sağlayan üretken bir tarım altyapısı; ikincisiyse ticaretin gelişmesini sağlayacak ölçüde birbirine yakın, farklı tipte ürünlerin yetiştirildiği bölgelerden oluşan bir mozaik.” (s. 80) Bu ticaret bahsi çok önemli, Girit’teki Minos Uygarlığı’nın acayip gelişkin su sistemlerinin temelini Levant dünyasındaki buluşlar atmış gibi görünüyor, Syriye’den gelen kantaşı ve Babil silindirleri bulunmuş kazılarda. Girit’in aldığı yağış miktarı Ak Dağlar, İda ve Dikti dağlarından etkileniyor, haliyle yükseltilerle ilgili birtakım iş ve işlemler yapılmak zorundaydı, 100 bin kişinin barındırılması suyun ayarlarıyla oynamayı gerektirir. İnşa edilen su kemerleri A noktasından Knossos’a su gelmesini sağlamış, yağmur suyunun arklarda birikmesi için yassı kireçtaşı parçaları harçla birleştirilip kaydırak yapılmış, muhtemelen savaş durumunda kullanılmak üzere sarnıçlar da inşa edilmiş ki o devrin uygarlıkları için su kaynaklarını korumak hayati öneme sahip, mesela Roma’nın tahrip edilen su kaynakları orduyu zor durumda bıraktığı gibi Trakya’daki yüzlerce kilometrelik sukemerlerinin korunması için de Bizanslı askerler görevlendirilmiş. Adamlar o yıllarda sifonlu tuvaletleri, hâlâ kısmen kullanılan kanalizasyon ağını inşa etmişler, hamamları zaten günümüze kadar gelmiş Türk hamamı kılığında, asıl su uygarlığı Roma gibi görünüyor da Girit’teki yapıdan öğrendiği çok şey vardır Roma’nın. Ticaret yine, birileri Roma’ya gidip suyu yönetmeye dair bilgilerini paylaşmıştır, tabii Herakles’in hikâyelerini de. 12 işten birini yaparken nehir yatağını değiştirerek görevi tamamlamanın anlamı büyük. “Dikkat çekici olan şu ki, Mykenai ve civarında yapılan arkeolojik incelemelerde, yöneticilerin Herakles’e yaraşır bu görevin altından kalkmayı başardıkları gözlenmiştir: Gerçekten de bir ırmağın yatağını değiştirmişlerdir. Ne ki, bu gayretin amacı ahırları temizlemek değil, şehirlerini sel baskınlarından korumaktı.” (s. 106)

Döke saça ilerliyorum, bir hikâye anlatıyorsam dokuzuna değinmiyorum, araştırma süreçlerine hiç değinmiyorum ki başlı başına serüvendir, öylesi zengin bir araştırma bu. Petra’ya geliyorum, dünyanın en kurak yerlerinden birinde Nebati kralları kayalara kanal ve sarnıçlar oydurmuşlar, pişmiş topraktan borular yapmışlar, bol su toplanacak ki kentleri ziyaret eden seyyahlar yere dökülüp ziyan olan suyu gördüklerinde kralların gücünü anlasınlar. Roma da aynı amacı gütmüştür, günümüzdeki sulu anıtları düşününce yerine oturuyor gücün seyri. Bir de Fremen tayfasını düşününce tabii, gözyaşı dökmenin hayretle karşılandığı bir kültürün insanı Roma’nın kanallarını görseydi neler düşünürdü acaba. Nebati Krallığı MS 106’da Roma İmparatorluğu’na dahil oluyor da çok daha önce öğrenmişler suyu yönetmeyi. “Kimlikle ilgili olarak, hamama girmeksizin ne Romalı olunuyordu ne de Romalılaşılıyordu. Hamama girmek, bütün o sauna, sıcak banyo, soğuk banyo ve masaj geleneğiyle temizlenmekten fazlasını ifade ediyordu: Hamam, Roma kültür hayatının merkeziydi. En büyük hamamlar sporun, müziğin, sanatın ve edebiyatın hizmetindeydi, hepsi de dedikoduların odak noktasıydı.” (s. 143) Metnin yarısına gelebildim, geri kalanında İnkalar, Mayalar, “çay kaşıklı bir milyon adam”, yani Çinliler, Angkor Uygarlığı var, sonda da suyun korunumuyla ilgili fikirler, küresel ısınma. Dört dörtlük bir araştırma, ilgilisinin elinden öper.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!