Emin Özdemir – Erdemin Başı Dil

TDK’nin “Tanıtma Yayınları” serisi Dil Devrimi’nin halka açıklanması için. Dilin doğuşu, gelişimi gibi konulardan ziyade asıl bu kısma ağırlık veriliyor ki Vâ-Nû, Nurullah Ataç gibi dönemin önemli yazarlarının sıklıkla yüklendiği bir sorumluluktur. Devrim’e -en azından kısmen- karşı olanların savlarını da bu kitapta olduğu gibi serinin diğer kitaplarında görebiliriz, misal Ömer Asım Aksoy’un katıldığı programlardan birinde münazara havası vardır, dilin doğrudan etkilerle değiştirilmesine muhalefet eden dilcilere karşı TDK’nin Türkçeye bakışını, katkılarını savunur Aksoy, korkulduğu veya çarpıtıldığı gibi bir durum olmadığını açıklar, aşırı icatların tutmayacağı malumken türetilmiş sözcüklerin topluma hiçbir şekilde dayatılamayacağını söyler ki pratikte mümkün değildir böyle bir şey. Gerek kurumlar, gerek sanatçılar dilde yenilik bağlamında pek çok sözcük üretirler o dönem, tutan tutar. Refik Halid Karay önerilen sözcüklerden bazılarını kasten kullanarak kendince deneyler yapar, yazılarında bu deneylerden bahseder. Bazı yazarlar tutmayacak sözcükleri sıralarlar, eleştirirler, bazıları gerçekten tutmadıysa da “mektep” yerine “okul” tutmuştur örneğin, bunun iyiliği kötülüğü bir yana. Dil devrimini benimsemeyenler meseleyi dalgaya alarak “öz itişimli götürgen”, “ulusal düttürü”, “gök konuksal avrat” gibi üfürmelerle “modaya” karşı çıksalar da köklerden gelen pek çok sözcük kullanılıyor bugün, diğer yanda Özdemir’in eleştirdiği “entelektüel”, “objektif”, “formalite” gibi sözcükler de kullanılıyor. İki ihtimal var, türetilenler ya hiç karşılık bulmamış ya da yerine geçeceği sözcüğün anlamını kuşatamamış, bu yüzden asıllarla türevler işbirliğine başlıyorlar adeta. Günümüzde böyle bir uğraş görülmüyor pek, sözcük türeten yazar az, başka dillerden gelip dolaşıma giren sözcüklere karşılık önerilenler ya yeterince hızlı davranmamaktan ya da toplumun önerileri benimsememesinden ötürü yerleşiyor. “Özçekim” diyelim, “çekim”in anlam bolluğu ideal olmaktan çıkarıyor bu sözcüğü, sanki psikolojiye dair bir terimmiş gibi alımlanmaya müsait. “Öz”, eh, self yakınına pek düşmüyor, daha doğrusu düşenlerden ötürü görünmez oluyor. Daha şıkır şıkır bir sözcük lazımdı buna. Ne var, “frigiratör” diye kullandıklarını gördüm birkaç yazarın, sonradan “buzdolabı” benimsenmiş ki buzla dolu bir dolap düşünülebilir ama çağrışım yoluyla da görülüyor bu iş, dolaba konanların soğumasıyla buza benzemesi gibi. “Bilgisayar” bu kitabı oluşturan televizyon programı konuşmalarını yapan Özdemir’in buluşudur, sağlam tutmuştur. Hesaplamayla ilgili bir sözcük de kullanılabilirmiş ama “hesap” da zengin çağrışımlara sahip, yani çağrışımlardan uzak ama anlama da yakın bir sözcük bulmak gerekiyor, sözcüğün kavramı olabildiğince tam karşılaması önemli. Tarif aşağı yukarı bu, başarılar.

Kitap 1969’da basıldığına göre o dönemin bilgisi söz konusu, tabii ideolojinin de sesini duyuyoruz, iç içe. Öngörüler yok, dilin seyri başka konuşmaların konusu, burada Türkçenin 1969’a varana dek hangi aşamalardan geçtiği var, biraz da TDK’nin yapıp ettikleri, tamam. “Söz dili” ve “ses dili” diye iki kavramdan bahsederek açıyor mevzuyu Özdemir, ikincisi yansıma seslerden ibaret ama davul, zil sesi gibi yapay seslerin yine bilişsel süreçlerden doğduğunu anlatıyor, ilki doğrudan zihinle ilgili. Dilin insanın kişiliğini biçimlendirmesi Nermi Uygur’dan bir alıntıyla açıklanıyor: yabanda yalnız hissetmeyeceğimiz kesin de dil paylaşılmıyorsa, sonradan öğrenilen bir meziyetse uyum belli bir noktanın ötesine geçmeyecek, insan ölüm döşeğinde son sözlerini anadilinde söyleyecektir. Dilleri vardır bizim dile benzemez yani, farklı sesletimleri algılayamayız bile, kulağın iyiliği ölçüsünde aksansız konuşuruz. Konu pek derinleşmiyor televizyon programında açıklandığı için, haliyle toplumun düşüncesi de gözetilerek dilin doğuşuna dair teoriler, düşünceler şöyle bir anılıyor. Dili Tanrı’nın insanoğluna kutsal bir armağanı olarak görenler varmış, Babil’le ilgili anlatı gibi inançları güçlendiren hikâyelerin etkisindeki insanlar. “Kimileri aklın bir buluşu, bir ürünü” saymış dili, sanırım buradan ilerlemek daha iyi olur diye düşünmüş Özdemir, temkinli bir biçimde maymunların çıkardıkları seslerle insanların çıkardıkları seslerin benzerliğinden bahsediyor, hayvan sesleriyle genişletiyor mevzuyu. Dillerin çeşitliliğiyle ilgili coğrafya temelli teori yer bulmuş, Rousseau’nun iklimleri alıntılanmış yine, aşırı indirgemeci olması rağmına hikâyeyi güzelleştirdiği için önemlidir: Güney dilleri ihtiyacın değil, zevkin dili, bu yüzden canlı, güçlü ve aksanlı, hayatın daha sert olduğu kuzeydeyse katı, pürüzlü ve boğumsuz. Dil ailelerinin toparlanmasının ardından Türkçenin ortaya çıkışıyla ilgili konuşma, sonra Osmanlıcanın hükümranlığı: “Osmanoğulları devlet dili, Yunus’ta gördüğümüz bu arı Türkçe üzerine kurulamadı. Her geçen yüzyılla birlikte, Arapça ve Farsçanın Türkçe üzerindeki baskısı arttı.” (s. 27) Şairlerin bu duruma tepki gösterdikleri şiirlerinden parçalar var metinde, halk dilinin zenginliğine dair birtakım kıyaslamalar, yani Türkçenin zayıflığı söz konusu değil de Osmanlıcanın kültürel ve siyasi açıdan gücü mühim. Duruma tepki gösteren padişahlar var, 15. yüzyılda II. Murad’ın yanına giden Mercimek Ahmed’in sözü: “‘Bir gün Filibe yolunda padişah hizmetine vardım. Sultan Murat Han elinde bir kitap tutar. Sordum. Kabusnamedir dedi. Hoş kitaptır ama Faris dilincedir. Bir kişi Türkçeye çevirmiş, veli ruşen değil, açık söylememiş. Bir kimse çıkıp şunu açık çevirse de gönüller haz alsa.’” (s. 37) O dönem çok az yabancı sözcükler şiirler yazılmış, Necâtî’ninkiler örnek. Divan şiirini biliyoruz, Tanzimat zamanını biliyoruz, Ahmed Midhat’ın sadeleşmeyle ilgili fikirlerinin keskinliği, Ali Suavi’nin gazetelerde “İstanbul’da halk dili olan Türkçeyle” yazmak için tüm gazetecilere çağrısı, sade Türkçeye yavaş yavaş yöneliyorlar da Yurdakul’a kadar dil hafiflemiyor bir türlü, sonrasında asıl değişim başlıyor. “‘Arkadaşlar, güzel dilimizi ifade etmek için yeni Türk harflerini kabul ediyoruz. Arkadaşlar, bizim güzel, ahenkli, zengin lisanımız kendini yeni Türk harfleri ile gösterecektir. Yeni Türk harflerini çabuk öğreniniz. Bütün millete, kadına, erkeğe, köylüye, çobana, hamala, sandalcıya öğretiniz.’” (s. 53) Mustafa Kemal, 1928.

Derleme fişleri geliyor TDK’ye, yüz binlerce. Tarama sözlükleri hazırlanıyor, sanatçılar kayıtsız kalmayıp “yeni” sözcükleri kullanıyorlar da “tanık”, “konuk”, “yitik”, “nesne” gibi sözcükler Yunus Emre’nin şiirlerinde var zaten, o kaynaklara yönelince hazine keşfediliyor resmen. Sabahattin Kudret Aksal şiirlerinde “çağrı”, “ilişik”, “beden” gibi sözcükleri kullanarak halkın dilini şiire yansıtıyor, Özdemir çok sayıda örnekle açıklıyor gelişimi. “Dil Devrimimizin Sorunları” başlıklı dört konuşma bu gelişimin savunusu doğrudan, mesela dilin canlı bir varlık olduğunu, gelişim yolunu kendisinin belirlediğini söyleyenlere karşı çıkıyor Özdemir, bir çocuğun kendi gelişim evresine bırakılmadığını temsil veriyor. “Dile karışılmazsa ne olur? Dil gelişmez mi? Gelişir gelişmesine, ancak bu gelişmenin yönünü, ereğini belirlememiz gerekir. Bu da dile karışmamızı, onun gelişmesini belli bir ereğe bağlamamızı gerektirir. Bu yapılmaz da dil kendi gidişine bırakılırsa, dildeki gelişme ters yönde de olabilir. Nitekim bundan önceki programlarımızda da belirttiğimiz gibi, biz uzun süre karışmamışız dilimizin gelişmesine.” (s. 65) Luther’in arı Almancası, Macaristan’daki dil devrimi, İtalya’da 1582’de başlayan sadeleştirme süreci, daha da pek çok girişim var dil konusunda. Son olarak ecdadı anlamamayla ilgili Özdemir’in söylediklerini alayım, kitabı ilgilisine tavsiye edip yazıyı bitireyim: “Dil devriminden yakınanlar, çocuklar değil babalardır. Ya da babadan yana olan, birtakım yazarlardır. Babaların biraz çaba gösterip dildeki gelişme ve değişmelere ayak uydurmalarını isteyeceklerine, çocukların, babaların diline yönelmelerini istemektedirler. Değindiğimiz gibi bu da hayatın gidişine karşıttır. Daha açıkçası dil ırmağını tersine akıtmaya çabalamaktadır.” (s. 71)

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!