“İlhamî Perisi” öyküsünü çok isteyen, özene bezene kurmaya çalışan anlatıcının sancısıdır, sırf sancıdır. Kitaptaki diğer öyküler gibi bu kısa öykü de anlara odaklanmaktandır, zamanda zıplamalarla çeşitlenen anların belli veya belirsiz bağlantılarla bitiştirilmesinden. Ya olacak ya ölecek öykü, anlatıcı kıvranıyor, tavanı simsiyah duman çünkü imgeler yığılmış odaya, sıcak imgelerin yükselmesine dair fizik kanunu işliyor. Sol loba karşı sağ lob, duygusal ve mantıksal çatışma, yani yaratma sürecinin şöyle bir deşimi. Kelimeler arasındaki “yakınlık” italikle gösterilirken “uzak_____lık” alt çizgiyle, buluşlar var ama ne kadar örtüşüyor, çoğulun halinden bahsedilirken tekilin yapısıyla oynayıp göstermek mesafeyi, hem tutmayan şey bariz hem de, eh, biçimsel icat havadan geliyorsa, öykünün öyküsü de biraz, yani toptan eski artık bunlar, Cemal Şakar’a ithaf edilmiş bu öyküden gelen naftalin kokusu buram buram, Yeni Microsoft Word Belgesi’nin kapatılması, açılması, komşuların gündelik muhabbetiyle büyüyüp küçülen, ağlayıp gülen öykünün tavırları, Rasim Özdenören’in bulutsusunun -öyküye dönüşür veya dönüşmez, metin yazarının içinde yaşadığı bulutsu- dönüp durması tepede, Şakar’ın kemâle erememiş öyküye dair reçetesi, biraz atmosfer, biraz daha itelemece, hepsi bir öykü ediyor, okunuyor. Benim için zorla, çok sıkılıyorum böyle öykülerden, kendinden çıkmaya çalışan öykülerden, çıkmaya çalışıp da konu komşuyu, mekânı zamanı yine kendine hapseden öykülerden.
“Bir Bulut Kümesi” ve “Dinsel Hayat” anlatıcının dışında birilerinin kol gezdiği öykülerdendir, dinî hassasiyet yüksektir bu öykülerde, mesela ilkinde nefesi demli çay kokan bir baba vardır ki demsiz çay kokusu yayılsa öykünün korku ve gerilim ögeleri taşıyacağını düşünmek işten değildir. Nedir, anlatıcı okura veya kimeyse, ara sıra seslenir, üç beş ünlemi arka arkaya dizdi mi özür diler, Muhammed kan revan içinde şehre dönerken annenin bir manisinin olmasıyla ilgili deyişi hatırlayıp, yarıda keser de çölü, batmayı çıkmayı hatırlar. Çağrı başlamıştır, akşamdır, anlatıcı balkona çıkıp mahallenin çocuklarına ünleyince ortada kimse kalmaz, herkes televizyonun başına koşar. Yine öyküden sapıp birilerine seslenmece: anladığımız gibi mübarek bir aydayız. Evet. O bir şehre mi gidiyor, taşlanmak istemiyor ama taşlıyorlar. Evet. Üzüntü, sargı bezi, pamuk, bu üçünden ikisi var, evet, Hamza kolları sıvayıp duvar örüyor ama kiremit yok o zamanlar, kerpiçten yapması lazım ne yapacaksa, tamam, evet, sonra meğer baba yok, saran kollar yok, O’nun gibi yok bir sureti, anne geliyor da teskin etmeye çalışıyor çocuğu. İmgelerin bolluğunu ilhamlı öyküden, çok daha beriden biliyoruz, icatları da biliyoruz, hikâyelerin zayıflığından daha da biliyoruz. Bir kefeye dünya imge yığılı, karşısında ne dursa durmaz, artık durmaz çünkü dediğim gibi, kafam şişti bu meşrepten öykülerden. Buluşları da katıyorum. Tamamen öznel. Tepeden inmeyen oyun nerede var, benim gördüğüm en iyi örneklerden biri Ümit Ünal’ın Aşkı Alfabesi nam romanı, diyaloglarda ortaya çıkan tipografik hedeler karakterlerin vokalinden, psikolojisinden doğuyordu mesela, müthiş organik bir yapı var o metinde. E gerçi Karatepe’nin öyküsünde de var, Moldovalı kadın konuşurken “r” oluyor “R”, yaşamın doğal yankısını doğrudan metinde görebiliyoruz ki bahsettiğim bu aslında. Bahsetmediğim Mikail’in zümrütlü, sedefli, inci mercanlı kanatları, meleğin fıldır fıldır dönüp durması öyküde, gökyüzünü maviden uydurması, böyle şeyler. Moldovalı anne, davar otobüs şoförü ve muavin, annesinin üzüntüsünü anlayamayacak kadar küçük Mika, üçgen böyle kuruluyor da Mikail çimenleri yeşile boyamak için orada herhalde, adı yarım söyleniyor diye gelecek hali yok. Bilinçli fazlalık. Muavinin, şoförün konuşma biçimi o hayvanlığı vermiyor tam, karakterler de öyküde yer aldıklarının bilincinde sanki, pozcular. Pozcu karakter bir öykünün başına gelebilecek en kötü şeydir, güzel olan ne varsa tekmeleyip atar dışarı, şovunu yaparken götüyle dağları devirir. “Allah Canımı Alsa da Kurtulsam” yine eski eski kokuyor, yüz seksen beş bin örneğini gördükten sonra çekilmiyor. Dönemin ruhu filan, bir tazeliğe yol açmayacaksa dönemin ruhunu hiç görmemeli. Kadın “Kleopatra güzellik banyosunda” yazıyor sosyal medyada, altına tanıdık tanımadık bir dünya insandan yorumlar. Dayının tekinin salyaları akıyor resmen, kadın “ihtiyar romantik” deyip kıs kıs gülüyor, öff. İki nokta parantezler, saçma sapan cevaplar, ööff. Kadının eşi halı sahaya gidiyor, anlamadığımız bir gerilim var, tartışsalar tartışırlar ama fazla yükselmeden arazi oluyor adam. Teri meri damlıyor, maçtan sonra sağının iyi olduğunu, solunun olmadığını, böyle dandik muhabbetleri dinliyoruz, mesela niye biz böyle dandik muhabbetleri dinliyoruz: eksiltme yapılmadığı için. Orasından burasından budamak lazım öyküleri, Berke’nin karşı takımın sol ayaklı forvetiyle ilgili düşüncelerinden bana ne yani. Ha, zamanın geçmesiyle ilgili bir durum varsa, yani paralel çizgilerde neler olduğuyla ilgili, kadının yapıp ettiklerini zaten görüyoruz, ayrıca paralellik niyeti de yok öyküde, tümsek resmen halı saha sahnesi. Banyoda neler oluyor, kadın yine sallıyor bir sebepten Berke’ye, sonra camı kapamak için hamle edince küt diye vuruyor kafayı, iki karış suda boğuluyor. Boğulmadan önce anlatıcı havuz problemini ortaya çıkaran fiziksel durumu pek iyi açıklıyor, ben bu kadar açıklama görmeseydim o kadının küvette boğulacağını ummazdım çünkü suyun yükseldiği belirtilmesine rağmen düşünürdüm ki o su elbet bir yerden gideceği için numara yapıyor. Su. “Bir müddet daha su gürül gürül aktı. Seda’nın karnı yuttuğu sularla davul gibi olmuş, su burun hizasına kadar yükselmiş, ciğerleri suyu sünger gibi tutayazmıştı. Küvetten taşan sular banyo giderinden akıyor, gider suyun akış hızıyla doğru orantılı suyu aktaramadığı için suyun fazlası hole ve diğer odalara ufak ufak sızıyordu.” (s. 15) Haa, tamam. Şunun ederi bir cümledir, haydi iki cümle. Bu kadar geniş anlatımın oturacağı hiçbir bağlam, hiçbir anlatı düzlemi yok öyküde. Eksiltme. Her öyküye lazım.
“Yirmi Lira” iyi öyküdür, Karatepe’nin ayarı tutmuş öyküleri elbet vardır, metronun zenginliği tutturur biraz da. Metrolar berbat çalgıcıların ve istisna olmak üzere bir iki iyi şarkıcının müzik yaptığı yerlerdir, her çeşit insanın gelip geçtiği duraklara bir örnek Yenikapı. On yıldır her gün iki kez geçiyorum Yenikapı’dan, geçmeyi seviyorum, beğenerek geçiyorum. Öyküde anlatıcı on lira atıyor akbiline, akbil kalmadı ama dilden gitmesi uzun sürüyor malum, bir de şarkıcıların sesi kulakları patlatıyor. Birine para atacak anlatıcı, ellerin olan sevgilisine onu neden sevdiğini soran, aslında retorik bir soru yönelten adama cebindeki bozuklukları verecek, sonra Michael Jackson’ın “kayan ayak dansı” çağrışacak yürüyen merdivenlerden, topuklu ayakkabılarıyla tak tuk yeri delen kadının mültecileri aşağıladığına şahit olacağız. Köpek dişlerini çıkara çıkara. Dilenen mülteciye bir yirmi papel verecek anlatıcı, akbiline on atarken mülteciye yirmi, memleketi baştan başa doldurduklarını söyleyen topuklu ayakkabılıya inat. Buradaki tipleştirme hoş değil, ihtiyaç sahibine(?) yirmi papel verilmesi hoş. Köpeğin yirmi liralık canının olması, söylenmesinin şak diye kesilmesi hiç hoş değil, hedefe oturtulanın imlediği niteliklere iğneleme var da yanlış hedef, mülteciler söz konusuysa daha yukarılara bakmak lazımken kolaya kaçmak bu. Onun dışında, ne bileyim, denk gelen okusun, Karatepe bu kitapla sonlandı benim için.
Cevap yaz