Yaratıcılığın, yorumculuğun parladığı bölümleri anlatacağım, bir de Say’ın eğitimini. Şehirleri anlattığı bölüm de iyi, okura rehberlik ediyor, dinleyici çeşitlerinden bahsediyor Say, mesela Türkiye’de gördüğü yerler arasında Bursa ayrı güzelmiş, seyircilerin tepkisi olsun, konser salonları olsun. Mezun olduğu Ankara Üniversitesi’nde atölye düzenlemiş bir kez, ikinciye üniversite izin vermemiş kaynaklar yetersiz diye, ilginç. Türk olduğu için yurt dışında doğrudan bir ayrımcılığa maruz kalmamış da dolaylı etkileri hissetmiş, yıllar sonraki röportajlarında somut örnekler verdiğini hatırlıyorum, belli ki zaman içinde maruz kaldığı haksızlıklar görünür hale gelmiş artık. Sırf iyi müziği arayanlar çok, yoksa katlanılır gibi değil. Ekip önemli, albümlerin kapak tasarımcısından ses mühendislerine sayısız insan çalışıyor Say’la birlikte, piyano kayıtları için mikrofonların nereye yerleştirileceğini saatlerce düşünen insanların gösterdiği özen güç vermiş sanıyorum, şuradan: “Biz müzikçileri ilgilendiren, dinleyicinin nitelikleri değil, dinleyicinin coşkusudur. Ne yalan söyleyeyim, coşkuyla karşılanmaya, sevgiye ihtiyacımız var. Son derece zor bir mesleğin emekçileriyiz.” (s. 24) Klasik müziğin alıcısı zaten az, oradan bir kıymet görmüyor sanatçılar, konserler ve kayıtlar etkinlik olarak en tatmin edicileri. Eric André geldi aklıma, bu canavar adam dünyanın en iyi müzik okullarından biri olan Berklee mezunu bir kontrbas, komediye dalmadan önce kariyerini müzik üzerine inşa etmeye niyetliymiş ama Justin Bieber’a baktıktan sonra parasız kalacağını, değer görmeyeceğini düşünüp bırakmış profesyonel müzisyenliği. Say’ın müzik endüstrisine yönelttiği eleştiriler klasik, bunun yanında orkestraların birer birer dağılması, kayıt masraflarının artması yüzünden küçülmeye gidilmesi gibi sayısız sorun var, klasik müziğin geleceği pek parlak görünmüyor ama her zaman dinleyicisi var. Tüketim kısmında çoğu yeni ustanın görmezden gelindiğini söylüyor Say, eserlere ilginç yorumlar getiren yetenekler görmezden geliniyormuş da birkaç ismin etrafında dönüyormuş mevzu. Glenn Gould gibiler değil tabii söz konusu, fişeklenen isimler, mesela en iyi elli piyanist listesinde gerçekten yeni bir şeyler deneyenler yok. Belli bir bestecinin belli bir eserinin belli bir bölümünü alışılmışın dışına taşarak yorumlayanları tercih ediyor Say, hele eserin çağrıştırdıklarıyla uyumlu bir deneme varsa ortada. Sanatçının yaşamıyla da ilgili midir, derinlik kattığı için evet, mesela belli bir bölümün yazılışının hikâyesi vardır, yorumlama biçimini sanatçının psikolojisini anlatan bir tanık belirleyebilir. Büyük bir çöküşün ertesi mi, tını değişir, tuşe özdeşleşmeye göre farklılık gösterebilir diğer yorumcularınkinden, değişken çok yani. İcat çıkmalı, o zaman eser genişliyor. Pek çok fikri var Say’ın bu konular üzerine, geleceğim, fikirlerin temeline bakalım önce. Üç yaşında çalmaya başlamıştır Say, babası Ahmet Say’ın yeteneği hemen fark etmesiyle elinden enstrümanlarını düşürmez daha o yaşta. Notaları renkler olarak öğrenir, her renkten kalemiyle boyar notalarını. Sinestetik olduğunu düşünüyorum, şeylerin şeylerle eşleşmesi sanatçıların sıklıkla yaptığı bir şey, en son Devin Townsend’den duydum. Şurada bir yerde, bulamadım şimdi. Obua sanatçısı Ali Kemal Kaya gelirmiş misafirliğe, saatlerce müzikli oyunlar oynarlarmış. İlk hocası da benzer bir teknikle eğitiyor Say’ı, Mithat Fenmen oyunla karışık Mozart çaldırıyor mesela, sokakta ne gördüyse onu çalmasını istiyor küçük öğrencisinden. Say on iki yaşına kadar temel tekniklerde ustalaşıyor, kulağını eğitiyor iyice, sonra konservatuvara başlıyor. Yaş 12. “1982’de konservatuvara girdikten birkaç ay sonra hocam Mithat Fenmen öldü. Bunu aklıma hiç getirmemiştim. Hayalet gibi gezinmeye başladım. Soğuk ve yağmurlu bir günde cenazesi kaldırıldı. Cebeci Mezarlığı’na gittik. Çok üşüyordum. Yaşamım boyunca böyle üşümedim hiç.” (s. 33) Kâmuran Güner’le ustalığa erişir Say, yıllar boyunca sabahın beşinde yola çıkarak altıdan itibaren çalışması sanata duyduğu tutkuyu gösterir. Emek, yetenek ve tutku, tamam. Son hocası David Levine, onun sayesinde Almanya’ya gidiyor, dünyanın her yerinde konser vermek için hazırlanmaya başlıyor. Keşfedilmesi biraz zaman alacak, umutsuzluğa kapıldığı da olacak Say’ın. Tökezleyince üçlüden biri yardımına koşuyor, burada tutku. Ankara’dan çıkmayalım daha, piyanonun başındayken mekâna tanımadığı biri geliyor, oturup bir şeyler çalıyor, ne çaldığını sorduğunda Say doğru cevap veriyor. Eğitimli kulaktan iyi bir tahmin, tutuyor. Biraz da çalmaca, sonra adam başını sallayıp gidiyor. Levine müzisyen seçmeye gelmiş Türkiye’ye, Say’ı beğeniyor, sonrası yarışma. Almanya’da iyi bir eğitim, ardından hocalık ama yeteneğini göstereceği konuma henüz erişememiş Say, yarışmalara katılmış ama jürilerden yana şikayetçi. ABD’deki önemli bir yarışmaya katılmasını istiyor Levine, Say başta gönülsüz ama jürinin tarafsız olacağına inanınca sağlam bir repertuarla katılıyor. Birincilik. Gerisi konserler, uçak yolculukları, yolculuklarda alınan notlardan bu kitap. Bir iki ilginç bilgi sıkıştırayım, evleri yolgeçen hanı gibiymiş o yıllarda, sayısız sanatçı girip çıkarmış. Cemal Süreya’yı hatırlıyor Say, şairin ceketindeki düğmeler kopukmuş, kadınlara verirmiş çünkü. Evde yüz plak var, biri Âşık Veysel’in. Böyle küçük küçük ayrıntılardan bahsediyor Say, parçalar yerine oturuyor, hoş. Metin Altıok’la da anıları vardır, çocukluğundan iz, bir şey. Diye düşünürken Google’a baktım, şunu buldum, şaşırmadım. “O yılların Türkiye’sini düşünüyorum. Kimin haberi vardı bunlardan? Kimin umurundaydı? Toplumun belki yüzde doksan dokuzunun klasik müzikle uzak yakın ilişkisi yokken değerini kim bilebilirdi bu çalışmaların? Ama biz ‘her şeye rağmen’ var oluyorduk.” (s. 36) Yeteneği kıyaslamıyorum tabii, abes de, yani, mevzu ne olursa olsun bazen böyle düşünmüyor muyuz? Yirmi yıldır düşünüyorum ben, sahaflara her daldığımda, unutulmuş kitapları her bulduğumda, ne bileyim, bu yalnızlık biricik. Say’ın etrafında aynı ateşle yanan insanlar var, tesellidir onun için belki.
Pek yer kalmadı da, müzikle ilgili birkaç şey: Say bir konsere gidiyor, şefi izlemeye başlıyor. Eserle şefin tavırları arasında bir koşutluk yakalamak istiyor, düşündüğünün tersiyle karşılaşınca şaşkına dönüyor zira trajikle neşenin uyuşmazlığı var sahnede. Şef güle oynaya geliyor, klarnete “gir” işaretini verince afallayıp kalıyor, müzikal skandal. Say bahsetmiyor, benim bilgim de kısıtlı, şef sahneye çıkmadan önce esere bakmamış mıydı acaba? Kafada çalar çünkü notaları görür görmez, her enstrüman kendini duyurur, her şey zihinde olup biter. Notayla çalanları düşünüyorum, iyi bir stüdyo müzisyeni beş dakikada halleder partisyonu da yüzlerce insanın önünde orkestra yönetmek bambaşka. Tuhaf şey. Yeni kuşak meselesi: arkada beklerler kendi zamanlarının gelmesini, Say’a göre mükemmeliyet peşinde koşmadıkları için kendilerinden öncekiler gibi, daha büyük riskleri göze alırlar, yaratıcılıklarını sonuna kadar kullanırlar. Bir açıdan yeğdir, duyulmayanı çıkarırlar ortaya. Son olarak Say’ın sosyal çevresine değineyim, habitus pırıl pırıl. “Almanya’daki ilk yıllarımda, Düsseldorf’da öğrenci olduğum dönemde, nitelikli genç bir çevrem vardı. Sabahlara kadar felsefe ve sanat tartışmaları yapardık. Üniversitenin felsefe derslerine, konferanslara giderdik. Hepimiz sanat öğrencisiydik. Kimimiz müzikçiydi, kimimiz ressam, mimar, fotoğrafçı… Bolivyalı, Alman, Macar, Polonyalı, Koreli arkadaşlarımdı onlar…” (s. 64) Valla yaratıcılığının sürekli dürttüğü biri için şu ortamdan daha zengini yoktur, her muhabbette havai fişekler patlar, yeni sinapslar oluşur falan, üretim için fişeklenir insan. Bulması zor, Say tam yerine gitmiş. Berlin için söylüyor sanat ortamının benzersiz olduğunu da o öğrencilik yıllarının sosyal çevresini, sosyal çevrenin kattıklarının dengini bulmak zordur.
Keyifle okudum, pek öğrendim. Sanatçı ruhlar hemen çöksün.
Cevap yaz