Alper Beşe – Gecikmeli

“Şefin Tavsiyesi”nde karakterin uzağına düşen anlatıcının hiç de uzağa düşmemişçesine, karaktere öykünerek, anlatıcılığını haykırarak belirmesi, daha başta koyması mesafeyi, oysa serbest dolaylılığını da elden bırakmaması garip bir anlatım biçimi çıkarır ortaya. Anlatıcının edebî atak geçirdiği bölümlerde numaranın şaşaasına kapılan için yeterlidir mevzu, oysa öykünün tümünü düşününce bombe o ataklar, gereği tartışılır. Üstelik Şef’in bilişsel derinliğine haiz olmamız, tamam, yerine göre uygunluk da sağlar ama hiç tanımadığımız birinin yine hiç tanımadığımız bir kadınla konuştuğu bölümde anlatıcının taklası nedir: “Karşısındaki kadının gençliğiyle, güzelliğiyle, yalnızlığıyla ilgilenmediğini göstermek zorunda sayıyordu kendini. Dilinin üstünde, makası bozulmuş bir hatta birbirine çarpmak üzere yol alan trenler gibi gezinen sözcüklerden birini seçip lafa giremedi.” (s. 19) Hat üzerinde gezintinin verdiği anlam çarpıklığının yanında bunca doldurmak öyküyü, yemek sahnesini ve hatta diğer tüm sahneleri bir ölçüde bezemek -rengi taşırarak- fazlalık, eksiltilmeli. Şef’in kadını gördüğü andır o, kadın vagonda yaşlının yanına değil de gencin önüne oturmuş, üfürükten bir muhabbet açmaya çalışmıştır ama genç adamın konuşası yoktur, konuşacak hali de yoktur, “ağzını kaplayan metal tadını bardağında kalan ılımış birayla bastırmaya çalışır”. Şimdi biranın ılımasını, ağzını kaplayan metal tadını falan ne yapacağız bu adamın, ertesi sayfa hikâyeden çıkıp gidecek bir adamın varlığını ne yapalım onları izleyen Şef’in bu adamı gözlediğini düşünsek bile. Adam birasını içip gitti, kadın yalnız kaldı, odak kadının yalnızlığında olsaydı derinlik bulabilirdik de Şef yanaşabilirdi o zaman, sezgisel bir yakınlık doğardı, bilmem ne. Yanlış odaklanma. Öykünün beş bölümünden en yavaşı bu, Şef kadının yanına gidip tanışacak onunla, Türkiye’de pek bilinmeyen konyaklı, meyveli, çabuk hazırlanan tatlısına güvenecek. Merak da etmedim tatlıyı, belki kadının Şef’le tanışmak istemesini bu tatlıya borçluyuzdur, vardır bir hikmeti yani. Diyaloglarını sahnede spotlar altındaki karakterlerin manalı konuşmasına benzetebiliriz, sanatlı söyleyişler yaşamın olağan akışındakinden uzaktır, manası çok derindir. Aslında tek bir karakterin kendiyle konuşması olarak da görebiliriz, iki ses birbirinin eşidir. Başka hiçbir yerde konuşmanın doğrudan anlatımına rastlamayız, bu da fırlar öyküden. Kadın kocasının elinden zorlukla kurtulmuştur, ölmeyi istemektedir ama Şef yaşamı yeniden sevdirmiştir, çığlığı ve yalnızlığı yasladık bu ölüm arzusuna da kocaya “pü Allah” çekmekten başka bir şey yapamayacağız. Şef’in öyküsü bu, onun peşinde on küsur yıl, hatta bebekliğini de düşünürsek otuz yıla yakın bir süre gidiyoruz, ninesini yemek yaparken izleyip aşçı olma hayaline nasıl kapıldığını, dayısını bulmak için onun peşinden Avrupa’ya nasıl gittiğini, sevdiği ilk kadını Napoli’de nasıl kaybettiğini, Avrupa’yı dolanırken kedisi Senyorita’yla nasıl karşılaştığını kırık zaman çizgilerinin hikâyelerinden öğreniyoruz parça parça, en son tatlıyı yiyen kadınla sonlanacağını sanıyoruz öykünün de Ankara’nın pansiyonlarından birinde ne keder öyle, kadın ortaya çıkmıyor, Şef trende tatlısını yiyor bir başına. Son. Kötü anlatılmış iyi bir yol öyküsü. Beşe’nin aralara serpiştirdiği göndermelerden ikisi bu öyküde, başkaları da var, Lizbon’a gece treninden bir kış gecesi eğer bir yolcunun bilmem nesine. Edebî atak türü. Yirmi yıl önce hoşuma gidiyordu böyle şeyler, takla atmanın sıkıcılaşmasıyla birlikte tedavülden kalkması gerektiğini düşünüyorum. Evlerin yüreğinden bahsettim son dosyamdaki bir öyküde, zamanı gelince hemen silmeyi önereceğim, nasıl öyle bir hata yaptıysam. Bazı şeyler iyiymiş gibi geliyor bazen, iyi olmadığını hatırlamaya, iyi olmadığını söyleyecek arkadaşlara ihtiyaç var. Prag Baharı’ndan söz eden Necati Abi’nin çatallı sesinden bilmem ne yaveler doğuyor, e buradan “bahçeye ulaşmak için çatallanan yollar”a varırsak sormaz mıyız Calvino’nun burada ne işi var diye. “Söz”de bu, anlatıcının kirvelik sözünden doğan yüzleşme, hesaplaşma yıllar sonra. Hitap ettiği -“Çaça” diyelim- Çaça böbürleniyor, tepeden konuşuyor, paranın dibine vurmuş. Bir zamanlar dergi basıp dağıtıyorlarmış arkadaşlarıyla birlikte, Necati Abi hapisten, sigaradan bitmiş sesiyle solun yetmiş parçaya ayrıldığını, Prag’daysa yetmiş kişinin öldüğünü söylemiş, devrimcilikten doğan bir odaklanma. Şaşırtıcı değil, Necati Abi’nin yine pek bir yeri yok öyküde, geçmişin unutulmuş davalarından bir iz sadece. Çaça evliymiş bir zamanlar, Ayten’le sevişirlermiş, çocuk doğacağı zaman Çaça ne yapacağını bilemeyip anlatıcıyı aramış. Kız bebek, çok güzel ama Çaça hayvanlık edip boşamış Ayten’i, erkek doğurmadığı için. Sonra ikinci eş, para, ev, araba derken kopmuş gitmiş. Çocuğunun düğünü varmış, anlatıcının da sözü işte, yıllar sonra tekrar bir aradalar. Öykünün sonu hoş, Çaça eski dostuna devrimci arkadaşları soruyor, bir zamanlar birlikte olduğu kadını da. Uğruna avuç avuç uyku hapları içmiş de ne olmuş, mahvetmiş hayatlarını. Dayanamıyor, bodoslamadan dalıyor anlatıcı, kendi de evli ama yirmi yıldır görüşüyorlar, göğüslerini dikeltmiş, karanlıkta falan seviyormuş. Hoş bu, öncesi yine pürüzlü. Tabii anlatıcının oraya buraya attığı bilgi bombaları da var, omuz omuza atlattıkları günlerde yaşadıklarını Çaça’ya değil de okura anlatması. “Beni buraya getiren bu muydu? Bir hesabı kapatma isteği. Bu denli kök saldın mı bende? Yaşayamadıklarımı, elde edemediklerimi; bunların karşısında senin sahip olduklarını gerçekten düşündüm mü o telefondan beri? Ertesi gün trenin yemekli vagonunda alkolle boğmaya çalıştığım o lafları ettim mi sana?” Hiç umurumda değil bunlar, eylem gösterebilecekken bu kaçaklıkla kestirip atmak, hayır.

“Küçük Tufan” beyaz yakalılardan bir anlatıcıyla savruk, yalnız abisi arasındaki hüzünlü ilişkinin öyküsü, fazlalıklardan çıkarılacak çok ders var yine. Yani yoruyor Beşe’nin öyküleri, gösterilen çok şeyden pek azı, belki biri öykünün ilerleyişinde pay sahibi, geri kalanı birtakım çıkarımlar, tespitler falan. Bakalım, genel müdür geçen yılki satışların artışında piyasanın veya tanrının elinin etkisi yoksa -kahkahalar- genç arkadaşı daha iyi bir pozisyonda değerlendirmek gerektiğini söylerken toplantı salonuna deneyimli sekreter -beş yıllık, kesin İngilizce biliyor- Hale kapıyı usulden -keşke kafa atsa- çalıp içeri giriyor. “O gün bir etkinlik için yurt dışında bulunması gereken yönetim kurulu başkanı Nazan Hanım’ın kadınlarla geçinememesi yüzünden şirketin yönetim kadrosu erkeklerden oluşuyordu. Patroniçe, olur da katılamazsa, toplantılar ile Şen kardeşler Aile Bezik ve Briç Salonu’nda çevrilen seviyeli bir parti arasında pek az fark bulunurdu.” (s. 31) Keşke Nazan Hanım başka zaman gitseydi de o gün kadro sırf erkeklerden oluşmasaydı, belli ki yanında götürdüklerinden birkaçı kadın? O briç salonu falan, şakalı şeyler, öff. Hale’nin de kıçı memesi öyle bir yerindeymiş ki toplantı salonundaki erkekler lise zamanlarında gördükleri olgun kadınları hatırlayıp toplu mastürbasyon törenine başlayayazmışlar resmen, buna benzer bir üfürük de var ama konumuz bu değil, konumuz bunların hiçbiri değil, salondaki Tufan’a gelen telefon ve telefonun ardındaki geriye dönüşte kardeşlerin çocukluklarından beri süregelmiş kesintili ilişkileri. İzmir’den arıyorlar, abiyi önceki gece getirmişler, ciddi bir sağlık sorunundan mustaripmiş. Öncesinde de bir nevi duygu bozukluğundan çekiyor abi, Tufan evlendikten sonra aralarındaki ilişki iyice bozuluyor ama dünyayı gezen abinin gönderdiği kartlarla teselli buluyor aile. Sonra bulamıyor, yoğun bakım odasında yatan abiyi izliyor Tufan, nerede koptuklarını hatırlamaya çalışıyor, yağmur o sıra incelmiş, kararsızlıkla yağıyor. Ben kararlılıkla yağanını görmek isterdim. Niyeyse. Gezi’yle ilgili bir öykü geliyor ardından, Gezi’yle ilgili olması amacıyla yazılmış vasat bir öykü. Şudur, Beşe’nin bir kitabı daha vardı bende, onu da okurum, daha sonra bir daha okumam Beşe’nin metinlerini. Kafam şişti.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!