Şeye benziyor, abur cuburların alayına aynı aromayı koymak. Milyon tane çeşit çıkarır firma da hepsine basar golden çikolatayı, yüz üründen de aynı tadı alırız. Çeşitlilik var ama çeşitler arasında fark yok, Bauer’ın eleştirdiği hal bu. Galeano yeni ormanlardan bahsediyor, devasa şirketler kestikleri ağaçların yerine yenilerini dikerler ama milyonlarca yıl boyunca süregelmiş habitat bir kez cortlamıştır, yeni ağaçların dallarına kuşlar konmaz, yer altı suları başka yol bulmuştur akacak veya kurumuştur, yapay ve ölü bir cennettir elde kalan. Arzunun Botaniği‘nde var, elma çeşitleri piyasadan kalktı zira en optimal üretim neyi sağlıyorsa o satıldı dünyaya, gerisi yabana terk edildi. Muz çeşitleri yok, otuz bin mısır çeşidinden birkaç düzinesi kalmış, çağımız pek de çeşitlilik çağı değil. İnsanlar arasındaki çeşitlilikler de azalıyor, kaybolan dillerden polisiye dizi ve talk show patlamasına kadar saydıkça sayarız, Onat Kutlar’ın sinema sektörüne dair yorumları da paraleldir buna: Hollywood filmleri iyidir, elbette gösterime girmelidir ama o tür filmler sinemaları ele geçirdikleri zaman en başta bağımsız filmlere alan bırakmıyorlarsa orada sorun var demektir. Bauer’a göre Avrupa’nın dinî homojenleşmesi tek tip kültüre yol açmış, gerçek anlamda çok kültürlülük modern öncesi dönemde ticaret yolları üzerinde yaşayabilmiş bir. “Çok kültürlülük Almanya’da küreselleşen modernitenin eşitleme süreci ile yumuşatılan bir mesele olsa da siyasi söylemin en önemli konularından biri haline gelmiştir. Hâkim kültür hakkındaki anlamsız tartışmaların, gıda çeşitliliği ve güvenliği konusundan daha fazla dikkat çekebildiği ve bir ‘başörtüsü tartışmasının’, kuşların ve böceklerin kaybından çok daha fazla insanı televizyon ekranlarına kilitlediği açıktır.” (s. 25) Çeşitliliği yok eden kapitalizmin bir diğer çıktısı çeşitliliğe “katlanma” konusunda sorun yaşayan insanlar, muğlaklıkla ilişkileri bir başka konu, Bauer iki açıdan da yaklaşıyor konuya. Müphemin tanımını da vermeli, bu kavram üzerine inşa: “İnsanlar sürekli olarak farklı yorumlara izin veren, belirsiz görünen, net bir anlam ifade etmeyen, birbiriyle çelişen, zıt duyguları tetikleyen, ters düşen eylemler öneren izlenimlere maruz kalırlar. Kısacası: Dünya müphemliklerle doludur.” (s. 25) Çoktan birini seçmenin derdi değil, seçilenin dışındaki ihtimali gözetenlerle, başkayı seçenlerle birlikte yaşayabilme becerisi. Müphemliğin ortadan kaldırıldığında farklı tezahürlerle geri dönmesi sonucunda anlaşılıyor ki daha iyisi onu evcilleştirmek, kontrol altında tutmak, Bauman’a göre modernitenin yıkıcılığını engellemesini önlemek. İnsanın bilinmeyene karşı hoşgörüsüzlüğü, yorumlayabilme niteliğini ortadan kaldırıyor, açıklığa kavuşan makbul hale geliyor, gerçi bunun bağlamını iyi belirlemeli. Bauer’ın ABD ile Tayvan arasındaki diplomatik ilişkiyi öne çıkararak verdiği örnek oldukça hassas, ticari ilişkilerin sürdürülmesi konusunda “ilgili herkesin için faydalı” olması durumunda sürerlik sağlanabilir ama Çin’le yakınlaşan ABD’nin Tayvan’la diplomatik ilişkilerinin koptuğunu göz önüne alırsak devlet başkanlarının telefonda görüştüklerini açıklamamaları gerekir. Tayvan’a silah bile satılabilir ama diplomatik ilişkinin kurulduğunu söylemek gaftır. Örneklemi değiştirelim, İsrail’le ticari ilişkinin sürmesinde müphemliğin rolünü tekrar düşünmemiz gerekir hatta müphemliğin ortadan kalktığını bile söyleyebiliriz, başka bir dinamikle bağlantılı başka bir kavram gerekir artık. Kültürden kültüre değişen de bir mevzu, mesela Philippe Ariès’in meşhur metninde belirttiği gibi 16. yüzyılda ölüm ritüelistik bir hazırlanma sürecinin sonunda gelmeliydi, ani ve acısız ölüm beklentisi nispeten yenidir. Christopher Bathge “ambivalenz” kavramını odağa alarak yaptığı araştırmalarda Amerikalıların Avrupalılara göre belirsizliklere, çelişkili duyguların aynı anda yaşanmasına daha az razı geldikleri sonucuna ulaşmış, ABD’de maçların berabere bitmemesini sağlayan düzenlemeler, erkeklerin höyt höyt konuşmaları -Bathge Alman olmasına rağmen kendini kadınsı hissetmiş- ve pek çok örneğin gösterdiği gibi Amerikalılar açıkmış. Yoruma açıklıktansa tek bir yorumun, tek bir yaşam tarzının hükümranlığı. Kilise’ye bakalım, 17. ve 18. yüzyıllardaki misyonerlik faaliyetleri sırasında Müslümanlar “müphemlik toleransına yaraşır bir şekilde” misyonerlere dostane ve saygıyla yaklaşmışlar, dinlerinden dönmedikleri için de Ermeni Hıristiyan cemaatiyle ilişki kurmuş Kilise. Bu cemaat çocuk yaşta evliliklere müsaade ediyor, Kilise etmiyor, yetkili abiler sorunu çözemeyip nihil esse respondendum diyorlar: “Cevap verilmemeli.” Müphemliğin tam olarak ortaya çıktığı durum budur, gerçi Kilise de safları sıklaştırarak yok etmiştir bu özelliği. Diğer yanda Reformcular “erdem zorbalığı”nı dayattıkları zaman fundamentalizmleri “İslamcı toplum tasavvuru”nu andırıyordu Bauer’a göre, Calvin için İncil kesinlikle açık ve yorum için herhangi bir boşluk bırakmazken İslam’da fundamentalist “dünya görüşleri ve siyasi ideolojiler” ortada. Tek bir hakikat varsa tarih reddedilebilir, silinebilir zira yorumlama çabaları yok edilmelidir, yollar kapatılmalıdır, çeşitlilik ortadan kaldırılmalıdır. “Öte yandan fundamentalistler, farklı yorum gelenekleri ve peyderpey ortaya çıkan teolojik yorumlar ile dinlerinin tarihsel gelişimini şiddetle reddederler. Geçerli olan tek şey, Tanrı’nın iradesinin veya dinin kurucusunun sözde saf ve katıksız bir şekilde tanındığı ve uygulandığı ilk dönemdir.” Saflık yani, kutsal yazılardan gelmeyen tüm unsurları dışarıda bırakmak, Bauer için hakikat takıntısı ve tarihin reddiyle birlikte fundamentalizmin temeli, müphemlik hoşgörüsüzlüğünün çıkış noktası. Ya her şey açıktır ya da hiçbir şey yoktur. İlerleyen bölümlerde bu toleranssızlığın sanatta, siyasette ve dindeki karşılıkları inceleniyor. Din konusunda Siyasal İslam’ın tek tipçiliğinin yol açtığı geleneksel dindarlıktaki düşüşle ilgili bölüm ilginç, Göbekli Tepe’nin gösterdiği üzere din yerleşik insanlar için konforlu bir fenomen olarak gelişmemiş, tam tersine toplu eylemi motive ederek yerleşikliğin ön koşulu olmuş, bu durumda dinde rasyonel olarak bilinebilir olanın ötesine dair kavramsallaştırma çabalarının yol açtığı çok anlamlılık aslında müphemliğe toleransı ve bazı açılardan ayrı ama birlikte yaşama nedenini de içeriyor, haliyle fundamentalizmin insanları dinden uzaklaştırdığını söyleyebiliriz zira insan çoktur, yorum çoktur, ey, din tekse de dinin yaşanımı -neyi?- tek değildir. Âlimler kendi yorumlarını ortaya koyarlar, kutsal metinler açıktır buna, önceki yorumların yerine yenileri gelmez de tamamlamadır, genişletmedir, böyle şeylerdir sonuç. “Günümüz Kur’an müfessirleri ise ister fundamentalist ister liberal kanada mensup olsunlar, çoğunlukla, Tanrı’nın başka türlü konuşamayacağına ve her ayetin sadece bir anlamı olabileceğine inanmaktadırlar.” (s. 55) Anlamın zamansallığı yoktur, alımlanma biçimi birdir, aksini iddia edenin kellesi vurulur. Taliban ve El Kaide gibi örgütler Orta Çağ’a döndürmez de modern, totaliter bir İslami ideolojiyi yeniden icat ederler Bauer’a göre. Aslında şu çok iyi bir örnek, Instagram’da videonun altındaki bir yorumun özeti: “Kafanıza göre okumayın şunları kardeşim, bunun bir yolu var, bunu asla kabul etmeyiz.” Şimdi kim eder kim etmez, valla eden olur, karşılık bulur yani, bu sadece bir çeşit. Daha bir dünya çeşit olur, olursa daha çok insana ulaşır ama mutlak surette belirlenmemiş yol lazım işte. “Böylece genel olarak şu ifade edilebilir: Müphemliğe karşı hoşgörü ortadan kalktığında din, aşkın ve şüphenin evcilleştirdiği inancını, yani merkezini kaybeder. Ve sonra din, asla hakikati temsil etmeyen, her zaman olasılık ve geçici geçerlilik iddiasında bulunan dinî metinlerin yorumlanması gerektiği düşüncesini de kaybeder.” (s. 56)
Tahsin Görgün’ün tuhaf bir takdim yazısı var, uzun uzun inceleyecektim ama “tek Hakikat” kısmında vazgeçtim, bir de nereden geldiği belli olmayan “müphemlik aleyhine gelişen seküler yönelişlerin insanlığı götürdüğü uçurum” yorumunu okuduktan sonra. Görgün kendi görüşlerini kendi metninde yazabilir, Bauer’ınkini tahrif etmeye lüzum yok. Aslında ironik, tam da Bauer’ın istediği şeyi yaparak anlamın bir olmadığını gösteriyor, sonra tam tersinin doğruluğunu -olmayan bir veri üzerinden- iddia ediyor din bahsinde. Yani Bauer’ın itikada yönelik doğrudan bir eleştirisi yok zaten, sadece heretiklere alan açılmasının daha az tansiyonlu, daha barışçıl bir dünya yaratabileceğini söylüyor özetle. Görgün’se “beşer şaşar” diyor doğrudan, Hakikate inanan insanlarla bu insanların diğerlerini Hakikate uymaya zorlaması arasında doğrudan bir bağ olmadığını ifade ediyor ama Hakikate inanmanın ne buna yol açtığını ne de müphemliği yok ettiğini söylüyor zaten Bauer, hele “Hakikat ile irtibatı tam da post-modern söylemlerden tanıdığımız bir şekilde ihmal etmesi” gibi bir durum? Dört başı mamur, tutarlı bir düşünce var elimizde, yani öyle bir hipoteze ihtiyaç duyulacak mesele yok, Laplace sağ olsun. Görgün’ün metni de en az Bauer’ınki kadar okunmaya değer olacaktır eminim ki, çıkarsa okuruz.
Cevap yaz