Bernd Brunner – Uzanma Sanatı

Uzanarak okuyorum, trende oturabilmişsem yanımdakine, “Kalk da ben yatam,” diyesim geliyor. Uzanmayı çok seviyorum. Bir yere uzanınca kalkmak aklıma gelmiyor, hiç kalkmayacakmışım gibi de hissetmiyorum, sadece uzanıyorum. Çok yorucu bir gün mü, eve gelip yatağa uzanıyorum, “Uveööğüüh,” diyorum. Uveööğüüh çünkü bütün yorgunluk geride kalmıştır, o gün daha fazla yorulmayacağımdır. Kafayı yormaya devam edeceğim de o başka, hemen kitabımı alıp açarım, kalemi fırto fırto döndürmeye başlarım. Trende düşürürüm, kalem saçma sapan yerlere kaçar, sağ olsunlar yolcular yardımcı olup alırlar kalemimi, verirler. Teşekkür ederim, “Kalkın da ben yatam,” derim, kalemimi yine düşürürsem almazlar artık. Uzanmışsam hiçbir şey düşünmem, öyle boş boş bakarım, Brunner’ın dediği gibi yatay flanörlük falan yapmam. İnsanlar hayallere, düşüncelere dalarlarmış, hiç anlamam, kaslarımın rahatlamasına odaklanırım, etrafıma bakınırım. Etraf sihirlidir. “Hola ev,” derim gelince, uzanırım, tavana bakıp bir yerlere falan gitmem zihnimde. Bunun bende bir karşılığı yok. Nasıl oluyor, sanırım video izler gibi izliyor insanlar tavanın yüzeyine yayılanları, ben yüz sekiz bin fotoğrafa iki saniyede bakar gibi bakıyorum, her şey yekpare halde belirip kayboluyor, hayatıma devam ediyorum. Gündüz düşü çok görürdüm, uzun zamandır görmüyorum. Yaşam ritmimi uzanarak, düşünerek ayarlamıyorum, Brunner uzanırken kafa ayarı yaptığımızdan bahsediyor, doğrudur, yapılıyordur. Goncourt kardeşler üç büyük eylemden bahsetmişler: doğum, cinsel ilişki ve ölüm. Doğru mu bilmiyorum ama üçü de yatay pozisyonda yapılabilir, yapılmayabilir, her şey bir yerden uzanmaya bağlanabilir. Yazarın açtığı anlam alanlarının çoğunda bulunmadım, ilgimi çeken ayrıntılara bakacağım. Chesterton’ın kısacık denemesi mesela, tavanı boyayabilecek kadar uzun boya kalemleri düşlüyor yazar, Sistine Şapeli’nin yavanını, Michelangelo’nun atarken aklına gelenleri. Bireysel özgürlük de varmış bu yatışta, yaratıcılık da varmış, insan yattığında sadece yatmak istediği için yatmalıymış, sağlık sorunlarından ötürü yatıyorsa hastalık hastası olarak kalkarmış yataktan. Bir türlü iyileşemedim ben, dün yataktan pek çıkmadım, hastalık hastasıyım. Chesterton haklı. Hasta olunca hastalık hastalığından başka tutunacak çok az şey var. İyileşince kalkacağım, tembellik yapmıyorum, işim gücüm var. Yatakta. “Yatıp uzanmak, elle tutulur, ekonomik açıdan faydalı bir üretimle sonuçlanmaz pek; ama sadece dinlenmekle ilgili bir mesel de değildir.” (s. 22) “Yavaş yaşama sanatı” diye bir şey çıktı malum, Slow-Food’un benzeri, öyle koştur koştur değil de sakin sakin yaşamak. Kendimi bildim bileli yavaş yaşıyormuşum, sevdim.

“Uzanmanın Sıradan ve Sıra Dışı Biçimleri” bölümünde yatmanın farklı kültürlerdeki yansımaları var, 19. yüzyılda Paris’in kibar fahişelerine “büyük yataylar” deniyormuş, Türk hamam ritüellerinden biri taşa uzanıp dinlenmekmiş, bir de yatay duş diye bir şey icat edilmiş ama tutmamışlar bunu, ölü derilerle ılık vücut sıvıları içinde yatmak benimsenmemiş İngilizlerce. Cengiz Bektaş canavar gibi eleştiriyordu bunu, bizim müteahhitler moda olan her şeyi evlere sokmuşlar zamanında da kullanıyor muyuz acaba küveti, doldurup oturmuşluğumuz var mı? Akan suda temizlenmeyi severiz, bedenden çıkan ne varsa hemen gitsin, haliyle küvet fazlalık. Doğada uzanmak en güzellerinden biridir, az buçuk yüzdükten sonra uzanıp dalgaların üzerimden geçmesini severim. Çimlere uzanmayı severim, hayvan gibi hissederim kendimi. Etrafımda bir dünya besin var, istesem otlayabilirim ama otlamıyorum, öyle göğe bakıyorum. Gece vakti uzanmak ayrı güzeldir, ışık kirliliği yoksa yıldızlar şak şak parlar, geçmişe bakarım. Daha doğrusu ışığın şimdisine bakarım, evrensel zamanın geçmişine. Eskiden ormanda, parkta geceleyenlere iyi gözle bakılmazmış, şimdi de pek makbul değildir ama kamplar var, bir sürü şey, hayaletler ve cadılar da fink atmadıkları için makulleşmiştir. Suçtu önceden, serserilik gerekçesiyle şamar yiyordunuz veya kodese atılıyordunuz, şimdi de suç ve şamar yiyip kodese atılabiliyorsunuz. Bazı şeyler değişmiyor, bazı şeyler değişiyor, cilt kanseriyle güneş arasında bağ kurulmadan önce gönül rahatlığıyla yanıyordu insanlar, 18. yüzyılda Georg Christoph Lichtenberg güneş ışığını sağlığın ve canlılığın en önemli kaynağı olarak ilan edince yanık ten bir anda önem kazandı, kültürsüzlüğün bir ifadesi değildi artık, kibar insanların gözünde köylülüğün sembolü olmaktan çıktı. İlginçtir, uyku pozisyonları da bu tür bir hiyerarşinin aşamaları haline gelmiş. Yan yatıyorsak bir şey, sırt üstü yatıyorsak başka bir şey. Ben sırt üstü uyuyabiliyorum hatta kendimi mumyalayıp uyuyorum misal, bunun ne anlama geldiğini bilmiyorum ama uykuya dalamıyorum başka türlü. Üç dakika içinde hop, uyumuşum, sabah bir kalkıyorum, dinlenmişim. Onca şey yaşadım, başıma olmadık işler geldi ama uyku düzenim hiç bozulmadı, mumyalığa borçluyum bunu. Hiçbir şey beni uykumdan edemez, hiçbir şey o kadar önemli değil. Ayrılık, mümkün. Ölüm, doğaldır. Spontane hareketlerimi bilmiyorum ama, uyurken muhtemelen hareket ediyorum, saatte üçün altına düşerse yatak yaraları açılırmış. Uyurken hareket edelim kısacası, deli deli yatıyorsak iyidir. Şimdi gördüm de, lider tipler sırt üstü yatmayı tercih ederlermiş. Bilimsel mesnedi var mı bilmem ama liderlikle uzaktan yakından ilgim yoktur.

Çocukların yatış biçimleri konusu. Kafamın arkası düzdür, annem beni düz yatırdığı için öyle olduğunu söyler. “V. Karl’ın özel hekimi anatomist Andreas Vesalius, Almanların güya tipik bir özelliği olan yassı, yani arkası basık kafanın bebeklerin ilk aylarda sırtüstü yatırılmasından kaynaklandığına dair garip bir tez öne sürmüştü. Vesalius’a göre Belçikalıların sivri kafalarının nedeni de, annelerin bebeklerini yan yatırmasıydı. Genel olarak annelerin çocuklarıyla birlikte yatmamaları tavsiye ediliyordu; çünkü istatistiklerin de gösterdiği gibi, yatakta uyurken ezilerek ölen çocuk sayısı çok yüksekti.” (s. 39) Çocuklar için ideal yatma pozisyonunu çok düşünmüşler, dümdüz yatan çocuğun mutluluktan kafayı yediği, yan yatıp kollarını uzatan çocuğun kafayı kırdığı düşünülüyormuş 1873 Viyana Dünya Fuarı sırasında. Beşikler o sıra popüler olmuş, her çocuğa ayrı bir yatak. Başka yerlerde çocuklar sepetlere konup ağaçlara tutturuluyorlar, Afrika ve Hindistan başı çekiyor bu olayda. Güney Afrika’da çocukları hayvan postuna sarıp közlerin üzerine bırakıyorlarmış. Çiftlerin beraber yatma konusu. Pek çok tasarım çıkmış ortaya, camla ayrılan yataklar, fermuarla birleştirilebilen yataklar. Şuna kani oldum ki uykuya dalmadan önce sarmaşık, uykuya dalarken bir ağaç gibi tek ve hür olunmalıdır. Araştırmalara göre kadınların daha rahatsız uyudukları ortaya çıkmış zira partnere karşı sorumluluk duygusu o süreçte devam ediyormuş, erkekse rahatlığa kavuştuğu için daha kolay ve rahat bir şekilde uyuyormuş. Kadınım ben o zaman, yanımdaki uyuyana kadar uyuyamıyorum, olur da gece kalkarsam üstünü başını örtüyorum, konuşuyorsa omuzlarından tutup hafif sarsıyorum, kedisi geldiyse az sevip oynuyorum, kalkıp perdeyi çekmemi veya camı kapamamı istiyorsa hemen yapıyorum, üzerime çıkarsa uykuyu muykuyu boş veriyorum. İdeal uyku partneriymişim basbayağı.

Günlük yaşamlarının ritmi günümüzdeki gibi neredeyse saat saat planlı olmayan insanların uykuyla ve uykuya ayrılan zamanla ilişkisi, tüm yükümlülük ve sıkıntılara rağmen daha rahattı belki de. Ayrıca pek çoğumuzun gece gündüz maruz kaldığı, uykularımızı bölen gürültülerden de mustarip değillerdi.” (s. 48) Kapitalizmin mahvettiği uykuları içeren metinlere dikiz, ayrıca gürültülerin düzenleyiciliğine de dikiz, Brunner yatmaktan kalkmaya çok şeyi inceliyor. Tavsiye ederim, okunsun.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!