Teulé’nin bir romanını okuyorum şimdi, Fransızlar çamura gömülüyorlar, İngiliz okçuları pat pat indiriyor adamları, baron mu monsenyör mü ne haltsa bir adam yüz seksen beş milyon kiloluk zırhından ötürü ayağa kalkamayınca atın teki geliyor, adamın suratına osuruyor. Muhtemelen sıçıyor da, orayı göremiyoruz ama atların osurduğunu biliyoruz. Türlü türlü hayvanın osurup osurmadığına dair bir metin vardı geçen ay okuduğum, bakmaya üşendim şimdi, mesela papağanların osurmadığını biliyoruz zira kuşlar osurmuyorlar ama balinalar falan osuruyor, tekboynuz da osuruyor zira attır neticede, gökkuşağının bir ucundan yemeye başladı mı doldurur mideyi, zart diye koyar rengârenk. Ben severim bu osurma işini, hayvanlı kitapta anlattım, osurmakla ilgili birtakım oluşumlarda aktif olarak görev yapıyorum, bir noktada insan kendine mukayyet olamıyor. Edebiyata sokulmuş tabii, Antik Yunan’dan önce de vardır muhtemelen, kozmogonilerden birinde evreni osurarak yaratan koca bir varlık mutlaka vardır, bir nevi yaratıdır çünkü. Osurarak birçok şey yaratırız, en başta ses gelir, besinlerin bakterilerce lüpletilip kısmen gaz olarak doğaya salınması da ilginçtir, bütün bunlara insanın kudreti sebep olduğu için durup bir düşünürüz, gerçekten o kadar yaratıcı mıyız? Evet, osurabiliriz veya yellenebiliriz, osuruğu ve yellenmeyi bir metnin parçası haline getirebiliriz, şarkılara sokabiliriz. Antoine de Baecque derlemiş birazını, mevzu genellikle Fransa’da geçiyor ama yakın tarihten osurukla ilgili tuhaf olaylara da yer vermiş. ABD’de bir opera sanatçısı ameliyat olmuş, kesik atmışlar da dikmişler ama normalde olmayan bir şey olmuş, kadın osuruğunu tutamamaya başlamış. Bırakmış işi tabii, ameliyatı yapanlara milyon papellik dava açmış. Zannediyorum kazanmıştır, sahnede ışıkların altı osurmak için ideal bir yer olsa da sanatın zortlamalarla bölünmesine tahammül edilemez. Osuruk başlı başına bir sanattır, yeniliği teşvik eder, tekrarları sıkar. “Mesela Eski Mısır’da osuruk tanrı bile olabilmişti; özellikle kimi Antik Çağ yazarları tarafından yararlı bile kabul edilirdi. Ama yazın cumhuriyetinde bilhassa kelime egzersizi yapabilmenin, tarzı en saf haliyle ortaya koymanın kozudur o. Mükemmel bir dil oyunudur, çünkü yele üstünlük kazanır. Roland Barthes bunun işaretini çok parlak bir biçimde vermişti: ‘Bok, yazıldığında kokmaz ki!’” (s. 15) Pisliği metinlere sokmak risklidir üstelik, tepetaklak edebilir, oysa bir çiftin osurukla imtihanının hikâyesi çok ilginç olabilir. Çiftli değil de, Zola’nın osuruklu bir karakteri vardır, Serge Gainsbourg’ın tek kurmacasında osuruklar havada uçuşur, bir de Dalí’nin boklarla ilgili metnini hatırladım şimdi. Bomba bok, pırtlama bok, çeşitli boklama çeşitlerini anlatıyordu, her birini gruplamıştı, böylece ne ettiğimizi öğrenebiliyorduk. Valla bu bok muhabbetine gülerim ben, osuruk kadar aklım olmadığı için nerede osurukla ilgili bir şey var, gider bulurum, dinlerim. Misal yıllar önce Kocaeli’ye Japon bir sanatçı gelmişti, anüs sanatçısı diyebiliriz, Kocaeli’nin necip halkına hünerlerini sunduktan sonra şaşkın bakışlar arasında donunu indirmiş, götüyle flüt çalmaya kalkmış, linç edilmenin eşiğinden dönmüştü zira o kadarı fazlaydı Kocaeli için, Kocaeli henüz öylesi bir sanata hazır değildi, estetik seviye farkı yüzünden dünya bir göt virtüözünü kaybetmenin eşiğine gelmişti. Bunu tabii insan içinde yapmamalı, her ne kadar yogacıların kas kontrolü konusunda uzman oldukları, osuruklarına istedikleri biçimi verdikleri söylense de kitapta, şovunu ortalık yerde yapan bir yogiye rastlamadım. Üzgünüm, belki de gerekir böyle bir gösteri ama görmüşlüğümüz yok. Canlısını en azından, YouTube’da çok tuhaf insanlar osurarak eğlendirebiliyorlar insanları. Kitapta bir dünya şarkı var osurmakla ilgili, kralların söyledikleriyle osuruk arasında ilişkiler kurulmuş, fahişelerin osurmakla ilişkileri irdelenmiş ama osuruğun doğrudan kullanıldığı yok şarkılarda. Bunun belki de hiç gerçekleşmeyeceği söyleniyor ama aşırı komik örnekleri var, ses efekti olarak karşımıza çıkıyor, şarkı olarak çıkıyor, bomba.
Kitaptaki örneklerden bazılarını alayım, Fransa’da ünlü olan Thiébaud’nun yeteneği başta gelir. 1898’de yaptığı gösterilerle zamanının kulüplerini dolduran bu kişi bir diğer yıldız Osurukçu Pujol’la küslüğünü unutturmayı başarmış zira basında şarkılar bile yazılmış, o kadar yetenekli. Ne olmuş, eteğinin arasındaki körüklerden çıkardığını iddia etmişler osuruk seslerini, Thiébaud hemen mahkemeye gidip dava açmış, sesleri kendisinin çıkardığını kanıtlamaya çalışmış. Sonuçta popülerliğine popülerlik katmış, davayı kazanıp kazanmaması önemli değil. İyi bir osuruğun kaynağı sorgulanmaz, malum. Üstelik bu kadın eskiden seyyar satıcıymış, götünün yapabileceklerini keşfedince hemen bir şovbiz patronuna gitmiş, bir küvet dolusu suyu “emip” geri verince o gece işe başlamış. Böyleleri seyrek geliyor dünyaya, dolayısıyla denk geldiğimizde yakasını bırakmamalı, osuruğa şahit olmalıyız. Uzun bir hikâye bu, uzunca bir bölümde anlatılıyor, bir sürü kısa bölümde onca hikâye: “Antik Çağ insanları osuruğa çok değer verirdi; dostluğu, dostluk ve özgürlüğü tanımlayan daha gerçek bir olgu düşünülemezdi, ki Romalı şair Martialis’e şunu bile söyletmişti: ‘Crispus, yanımda osurmak gibi bir âdetin var; dostluğumuzun bundan daha iyi kanıtı olabilir mi?’” (s. 25) Bilimsel metinler var, osuruğun anatomisi biri, süreç baştan sona derinlemesine incelenmiş. Yiyoruz diyelim, yediğimiz aşağı iniyor, bir kısmı yukarı çıkıyor da önemli bir kısmı aşağıdan devam ediyor. Bağırsaklarda bir şeyler oluyor, besinler dönüşüyor, işe yaramayan kısımları vücuttan atılırken iki üç formda. Tercih edemiyoruz, birine ağırlık veremiyoruz, vücut nasıl ayrıştırıyorsa ona razı olmak zorundayız. Çok mu seviyoruz osurmayı, şaka dükkânlarında osurukla ilgili bir dünya oyuncak var, birini alabiliriz. Osurtucu bonbon varmış bir zamanlar, yiyeni sağlam zortlatıyormuş. Yastık benzeri nesneler var, havayla doldurduktan sonra bir yastığın altına koyuyoruz, oturan zortluyor. Yine de şarkılardan ve şiirlerden öğrendiğimize göre sebzeler ve bakliyat tercih ediliyor, bezelye ve fasulye o kadar çok anılıyor ki osuruğun sancağını taşıyor denebilir bu ikisi için. İşin eğlencesi bir yana, önemli bir sağlık problemini gösteriyor olabilir osurmak, ünlü bir yönetmenin düşüp bayılmasından çıkarılacak nice ders vardır. Filminin galasında galiba, düşüp bayılıyor bu kişi, ambulansla hastaneye götürürlerken adam bir bırakıyor, göz gözü görmüyor içeride. Adam kendine geliyor, sorunun çözüldüğünü söyleyip basıyor geri. Diğer yanda mide fesadı geçiren bir karakter var, iyice bir yiyor yiyeceğini, sonra insanların önünde renkten renge giriyor, düşüp ölüyor, bir süre sonra ölümcül gaz ortalığa yayılıyor. Malum, kasların kontrolünü yitiriyoruz, bu yüzden her türlü giriş çıkış gerçekleşiyor öldükten sonra. Kendini asarak intihar edenlerin alta sıçtıkları söylenir, deli gibi kasılan vücut her şeyi atmaya çalışır tabii. Oralara gitmeyelim de diftonga gelelim, bu da Moğol gırtlağı gibi bir şey herhalde, iki sesli osuruk. Bir yanda titreşim, diğer yanda gazın kendi sesi, iki ses birden gelebilir ilgili yerden, şaşırmamalıyız. Kas kontrolüyle enstrümanı gayet güzel çalabilir, etrafımızdakileri kendimize hayran bırakabiliriz, ortamlarda forsumuz olur. Bir zamanlar öyleymiş, şimdilerde çoğu kültür hoş bakmıyor osuruğa da rahatça koyulabilen günler çok uzak değilmiş açıkçası, şöyle gürül gürül bir partlatmak isterse deli gönül, o yılları gözümüzde canlandırıp teselli bulabiliriz. Kulağımızda. Burnumuzda.
En iyisi de içinde biriken gaz sayesinde balon gibi şişen, gökyüzünde yükselmeye başlayan ve Ay’a kadar durmayan adamın olduğu kurmaca metin. Sayısız parça var, illa biri sizi anlatıyordur. Osuruyorsunuz çünkü, biliyorum. Osuruyoruz.
Cevap yaz