Lorenzo Marchese hayata bodoslamadan dalınca ne olacağını görmek isteyen biri değil, sanıldığı kadar cesur, girgin hiç değil, yetmişlerinde bir adam sadece. Yakışıklı, etkileyici biri, insanlar o kadar iyi görünümlü bir adamın sayısız numarası olacağını düşünüyorlar da sakin sakin yaşayıp ölümü beklemekten başka işi olmayacaktı Lorenzo’nun, Caterina’yla karşılaşması tamamen şans. Küçük valizinde geze geze sattığı değerli taşlardan kazandığı parayla geçiniyor, birkaç taktiği var, mesela yazları mercan satmak, sahil kentlerinde dolanmak ve kadınlarla içli dışlı olmak. Caterina’ya bir spor salonunda rastlıyor, kızların en uzunu ve en kaba sabası olan Caterina “çok şişman kadınlara özgü bir şaşkınlık içinde” oradan oraya koşuyor, rakip takımın oyuncularını dan dun deviriyor, basketbol izleyicileri için neşe kaynağı. İki metrelik boyuyla tatlı bir dev Lorenzo’ya göre, maçın ertesi günü satış yapmaya çalışırken karşılaşıyorlar da bir kahve içiyorlar, işler güçler anlatılıyor, sözcükler birbirini kovalıyor. Biri yirmisinde, diğeri kırkında, yaşamları boyunca yalnızlığı kovalamış insanlar olarak öykülerini birleştiriyorlar, gece otel odasındaki yatağa sığmıyor Caterina. Bir türlü sığmıyorlar yaşamlarına, Lorenzo’nun pişmanlığı Caterina için yeterince şey yapmamış olması. Bir kere başka kadınlarla birlikte olmaktan vazgeçmiyor, ayrıca eşine yaptırdığı üç metreye üç metrelik yatak dışında hiçbir hediye, jest, sevgi gösterisi yok. Sevdiğini hiç söylememiş Lorenzo, valizindeki bütün mücevherleri Caterina’ya taktığı ilk günden sonrası karanlık. “Aslında biliyorum, soylu olan yalnızca dış görünümüm. Caterina’yla daha çok birlikte olmam gerekirdi, o zaman belki onu daha iyi anımsardım. Oysa yüzünü gözümün önüne getiremeden, sislerin arasında sendeleye sendeleye ilerlediğim oluyor şimdi. Rüyamda gölgeli, dişil bir dağ ve kayaların arasında yitip giden dar, tozlu bir yol görüyorum. Caterina beni üstün insan olarak görüyordu. Ama bu konuda o da diğerleri gibi yanılıyordu. Bunu doğal karşılıyorum aslında. Çünkü, kadınlar yaşam arkadaşlarını, domuz bakıcısı bile olsa, hep böyle görürler.” (s. 11) Beyaz mendiller bir aşk mektubu gibi katlı, üç saatte dikilen düğme, trende üç bilet almaları gerektiğini söyleyip aklınca espri yapan kondüktör, Lorenzo’nun yaşamında bir sürü absürt olay, nesne, insan gezinmeye başlıyor ama ne seviyor kadını, muhtemelen Caterina hiç duymadığı sevgi sözcüklerini Lorenzo’nun bakışlarından, davranışlarından anlıyor da sürdürüyor incelikleri, on yıllık evliliği, sonra ölüveriyor. Hikâyenin kırılma noktasından sonra parça parça görüyoruz çiftin neler yaşadığını, öncesi tamamen Lorenzo’nun Caterina’dan ibaret kıldığı bölümler. Bir gece kalp krizi geçiriyor kadın, yol kenarında hiçbir araba durmuyor, kimse yardım etmiyor, üç saat boyunca sırtında taşıyor eşini Lorenzo ama çok geç artık, bir banka yatırıyor. Acı bir veda, sonrası tamamen savruluş. “Evet, onun için çok az şey yaptım. Daha zaman var diye düşünüyordum. Oysa zaman, her şeyi kendiliğinden bitirir, bize haber vermeden. Olağanüstü büyüklükteki cenazesi için bize karyolayı yapan marangozu çağırmak zorunda kalmıştım.” (s. 12) Anlatım dağınık, zihinde ne zıplıyorsa o ara, olduğu gibi metne. Caterina’yı anlatırken iş değiştirdiğini söyleyiveriyor Lorenzo, bir şeyler ağır gelmeye başlamış, trenle yolculuk yapmaktan sıkılınca bir matbaa açmış da kartvizit, ilân, başarısız şairlerin şiir kitapları falan, ne bulduysa basmaya başlamış. Sevgililerine ithaf ederlermiş kitapçıkları, şairlerin boyunlarında kırmızı bir eşarp olurmuş, saçlar darmadağınık. Lorenzo bunların şiirlerinden başka hiçbir şey okumuyor, ara sıra Caterina’dan bahsediyorlarmış gibi geldiği için. Artık yetmiş yaşında, eşinin yüzünü hatırlamaya çalışınca başarısız oluyor, ihtiyaçlarını gidermekte zorlansa da huzurevindeki moruklar gibi çürümeye niyeti olmadığı için gitmeyecek oraya, Caterina’yı iyice unutmamak için ayrıca. “Caterina’nın bluzlarını, eteklerini, yelken gibi geniş, hoş giyim eşyalarını yatağın üzerine yaydım. Eğer evde rüzgâr esseydi ve dünyada gerçekten adalet olsaydı, yatağın hareket etmesi, uçması ve beni ona götürmesi gerekirdi.” (s. 15)
Bir şey değişir sonra, Lorenzo yürüyüşlerinin rotasını değiştirir, fark etmeden hayatını değiştirir aslında. Termini İstasyonu’nda denk geldiği seyyar satıcılardan biri, Siyahi olanların belki en irisi dikkatini çeker Lorenzo’nun, Gabèn’le maceraları böyle başlar. Otuzlarında olabilir, yaşını bilmiyor Gabèn, sürekli sınırdışı edilen veya hapse atılan insanlarla aynı odada yaşıyor, bela aramak gibi bir şey. Ne istediğini soruyor Lorenzo, Gabèn de aynı şeyi soruyor. “Kesin olarak ne isteyebileceğimi bilmediğimi anlıyorum. Caterina’yı isterdim. Ama imkânsız. Uçmak isterdim. Ama, neden? Genç olmak isterdim. Ama, yeniden yaşlanmam kaçınılmazdı. Derimin pörsüdüğünü, dişlerimin döküldüğünü tekrar görmem, olabilecek en acı şey gibi geliyor bana.” (s. 17) Hiçbir şey istemiyorsa her şeye açıktır Lorenzo, ölümün pek uzakta olmadığını da bildiğinden Gabèn’e ayak uyduracaktır artık, yaşamanın nasıl bir şey olduğunu hatırlamak istediğinden. Yeni arkadaşının hayatından çıkardığı hikâyeler de etkilemiştir tabii, her seferinde başka bir masal anlatan adam Afrika’nın kenar mahallelerini büyüyle süsler resmen. Bir masal şöyle: Altmış kardeşin en küçüğü, vatanından gitmesini annesi yaşlı gözlerle emretmiş. Sahra’yı göçebe kervanıyla geçmiş Gabèn, reisin peçeli kızıyla evlenmiş, yüzünü iç görmediği için sarışın olabilir, esmer, yüzü olmayabilir, ne çıkarsa. Bir gece eşinin kör bir çakalın yüzüne sahip olduğunu düşünüp korkmuş, kaçmış, kuzeye doğru yürürken Fas’a, limanlara gelmiş. Messina’ya çıkınca beş hafta boyunca portakal yiyerek yine kuzeye doğru yürümüş, en sonunda Roma’ya gelmiş de durmuş. Tabii her şey yüzde yüz doğru olmayabilirmiş, karıştırmış bazı şeyleri. Açık hikâye bu Gabèn, her şekle girebiliyor, boks maçında görüyoruz. Birkaç gün boyunca ısrar etmiş, Lorenzo boks maçı ayarlarsa zengin olurlarmış zira köyünde misyonerler mi, Batı’dan gelenler boks öğretirmiş çocuklara, Gabèn pat küt indirirmiş rakiplerini, o halde boks. Lorenzo’nun çok ilginç dostları var, Kramer’ın nereden bulduğu belli olmayan tuhaf insanları gibi insanlar ayarlıyorlar maçı, süreç tam makara. Gabèn ringe çıkıyor, göbeği antrenmanlarda inmiş biraz, kasları parlıyor ama karşısında tam bir çam yarması var, vurdu mu indiriyor. Vuramıyor neyse ki, Gabèn hoplayıp zıplıyor, arada üç beş tane çakıyor, tam sayıyla kazanacakken ayakkabısının dandik bağına basıyor rakibi, Gabèn hareket edemiyor, tam o sıra çelik yumruğu dank diye yiyip yerleri öpüyor. Az daha kazanıyorlardı, yine de üç beş kuruş alıyorlar da civardaki barlardan birinde viski içebiliyorlar. Gabèn kendine geliyor nihayet, yeni bir maceraya hazır. Caz söyleyecek, sesi güzel. Yine tuhaf arkadaşlar, yine tuhaf bir mekân, aylakların toplanma alanı. Komik, hüzünlü, yalnız insanlar Gabèn’i çok seviyorlar, sesine bayılmıyorlar ama tanrısal bir tını var adamda, tutuyorlar. Kalpazanlığa kalkışıyorlar sonra, Lorenzo hapse düşmek istemiyor ama dalgaya kapılmış bir kere, Gabèn’in büyükelçi olduğu yalanını sürdürerek sahte paralarla aylakları besliyorlar, geceyi besliyorlar, muhabbetler uzayıp gidiyor. Yine keskin bir dönüş, Gabèn’in anlattığı ütopik ülkeden çok etkilenen insanlar -o ülkede herkes herkestir, herkesin parası herkesindir, insanlar hayalet olarak varlıklarını sürdürürler, barış ve bolluk içinde yaşarlar- hayaletleri gerçekten görmek istediklerini söyleyince Lorenzo tedirgin olur, belki yolun sonunu hatırlar da Gabèn’i uyarmaya kalkar. Çok ileri gitmişlerdir, yalanı sürdürmenin lüzumu yoktur artık, el ayak çekmeleri gerekir ama Gabèn beklenen gece otobüsü çekiverir mekânın önüne. Hayaletler arka koltukta, gerçekten hayaletse onlar. Lorenzo inanamıyor ama inancı askıya almış çoktan, Caterina’yı tekrar görmek istediği için sorgulamıyor, aylaklar da sorgulamıyorlar, gerçekle düş karışıyor ve Gabèn asıl kimliğini ortaya çıkarıp Lorenzo’yu da diğerlerini getirdiği yerde ağırlamaya başlıyor. Dört dörtlük bir dönüşüm, hikâyenin vardığı nokta manzaralı, anlatıcılık iyi, mizah dozunda, on numara roman bu. Tekrar basılsa keşke.
Cevap yaz