Çocuğun gölgesi bütün yaşamlara düşer, babanınkine, tomurcuklarınkine. Anlatıcı gagalardan, çenelerden, ağızlardan yıldığı için bahçenin etrafına çit çeker, şehrin çatısında bir yerdeki bahçede hayat hiçbir şey olmamış gibi devam etmez. Eder. Yapraklar fışkırıyor, coşku var doğada, küfür gibi. Bodur bir ağaç kaçak çıkmış, bir çocuk kadar uzamış. Çitler, kentler, her şeyin varlığı küfür. “Bir şeyi iş işten geçtikten sonra düzeltmeye çalışmak. Bir şeyi iş işten geçtiği için düzeltmeye çalışmak. Esirgemek, sınırlamak, kontrol: Çaresizliğin üçgeni.” (s. 5) Bodur ağaçtan, tomurcuklardan, gölgeyi çağrıştıran ne varsa kaçıramaz ya, bir yerden kıskıvrak oysa. Çocuktan uzağa sürükleniyorlar günden güne, çocuğa yaklaşıyorlar. Hayatı yürümek ondan uzağa gitmek demek, diğer yandan, eğer olsaydı çocuk, varlığını sürdürebilseydi her şeyle birlikte devinecekti, şimdi yaşam boyu eksik hareket. Çaresizlik pusuda, tomurcuğa bakınca, bahçeye, yakalayıverecek gölge, bütün eşyaları durdukça zaten imkânsız yaşaması, henüz beşiğinden ayrılmamış olsa da. Çamaşır sepetinde bebek giysileri, süt lekeli kırmızı battaniye, havacı şapkası. Hiçbir şeyin doğru olmadığı duygusu tomurcuklardan çıkıyor ama açacaktı, kim kesti onları, benlikler her bir âna yasla bölündüğü için birinin yaptığını diğeri takip edemiyor. Yaptıklarına dikkat etmeliler -anlatıcı, eş, gölge, bebek, hepsinin karışımı- ve üzüntünün minik çoraplarını giyerek ortada dolandığına inanmamalılar. “Sadece her şeyi sıraya koymamız lazım. Bir şey kaybetmiş olmak o şeyi nerede bıraktığımızı hatırlamamak demektir. Yani iyi bakmalı, hiçbir şey bulamayacağımızı düşündüğümüz yere bile iyice bakmalıyız. Özellikle oraya.” (s. 6) Yerleştirme: “dul” bellidir, “öksüz” bellidir, çocuklarını kaybeden ebeveyn belli midir, ne denir? Orada olanların, olayın gerçekliğine şahit olanların sözcüklerinin bir araya getirdiği anlam nedir, ne karşılığı olur anneyle babada, elbet hayat birdir ve doğaldır, olduğu şekilde olur, ne olacaksa sabitler üstelik, doğumun ardından yaşanacaklara hiç karışmasa da insan kendi sabitlerini yaratır da gölgeyi hiç düşünmez, bir büyüme düşünür, okullar, balıklar, maçlar, oltalar, yolculuklar, hepsi aşkın coşkusuyla gelip çakar kendini zihne. Olacak olanlar. Olmayacak olanlar. Değişim çatlaklarla, çöküklerle gelmez, bir anda düşer insanın bilincine. “Özenle inşa edilmiş bütün anlamlar, bir çırpıda darmadağınık bir çalışma masasının üzerine, Babil kulecikleri gibi yıkılıvermişlerdi. Son söz her zaman ilk söz olacaktır.” (s. 11) Onun alabileceği haller, sokaktaki çocuklar hayatın bir parçası, gölge aynı parçanın türevi, aradaki ilişki dahi teselli. Filtreli sigara içen kız, tramvayda kitabını okuyan bir başkası, erkek farklı kadınları sevebiliyor ve bir anne için bütün çocukları aynı, insanın çağrışımsal boyutlarında her insan birbiriyle ilişkiliyse gölgenin sahibi her yerde.
Açmaya korkulan mektup, gemide kaçak yolcu, bir şey var ama gözün ucunda, bakmaya korkuyor anlatıcı, “onun kurtarılamaz bir şekilde kaybolup gittiğini” idrak ettiği ânı hatırlaması çok zor. İtmek anımsayışı, yaşamı itmeye dönüşebilir, mahalleyi itmeye dönüşürse, evi itmeye, o zaman yolculuklar başlar, belki odadan çıkmayarak bütün dış, olduğu gibi bütün dünya, hayat itilir, mukayese edilecek başka bir eylem yoktur, taklit edilebilecek örnek yoktur, o biriciktir ve kuşatmıştır, bütün kilitleri kırıp içeri girer, hastane yatağının başında bekleyen anneyle babaya dönüşür önce. Kız habersizdir, gölge değildir henüz, ne de farkında. Monitörler açık, gecenin bir körü ışıklar kapalı, iki gölge dikiliyor ayakta. Sadece çocuğun üzerine düşüyorlar şimdilik, çocuksa kırlarda koşmayı bekliyor. Geleceği şimdide toplanmış, büyüyecek olsa koşacağı kırları çoktan bilmiş o an. Bezini düzeltiyorlar, kablolar bedenine bağlı, borular bir yerlere girik, çarşafların arasında küçücük bir şey koşuyor. Kütleyi anlamıyor anlatıcı, anlatmak da beyhude çaba, hüznün eni boyu belirsiz. “Hayatımız, yattığımız yerde okumakta olduğumuz bir kitap gibi kapatıldı. Şimdi tekrar elimize aldığımızda kaldığımız sayfayı bulamıyoruz. Şansımıza diyerek bir bölüm deniyoruz ama hayır, tanıdık hiçbir şey bulamıyoruz, sanki şu Rus romanları vardır ya insanların isimlerinin sürekli değiştiği, onlardan birinde gibiyiz.” (s. 15) Başa dönerken yok, ilerlerken yok, inandırıcı gelmediği veya inanç değiştiği için. Gölge bulandırıyor görüyü, gizliyor. Heidegger’e göre saklı olmayan gerçek her zaman var olan fakat birdenbire görebildiğimiz, orada ama bir türlü bulamıyoruz, bakar körlük, kör okuma. Unverborgenheit. Nesneler arasındaki bağlamların nesneleri görmemizi engellemesi gibi ölümü engelleyen şeyler de var, güvenli ortamlarda ve dingin bağlamlar içine saklanıyor ölüm, mesela bir şiirde karşımıza çıkıyor, çürüyen bir yaprakta imleniyor ama olduğu gibi, bir anda, bütün varlığıyla belirince bir yabancıdan farkı yok. Kaskatı gerçek, gizlenecek yeri yok, çizilmiş sınırları ortadan kaldırarak bir tomurcuğun, sokağın, kanepenin, bulutun ucuna ilişiyor, hep orada, hep dilsiz ve dilsizleştirici. “İnsanimhaendüstrisinden kurtulan ve geri döndüğünde adını Paul Celan olarak değiştiren Yahudi Paul Antschel’i düşünüyorum, çünkü o önce yaşamdan ölüme gitmişti şimdi de ölümden yaşama giden yolu bulmaya çalışıyordu. Oysa öbür taraftan gelindiğinde hiçbir şey olması gerektiği gibi olmuyordu. Dil, her şey olanlardan dolayı anlamsızlaşmıştı. Hiçbir kelime anlamına sadık kalmamıştı. Bildiği her şeyi inkâr etmek zorundaydı. Kelimeler teker teker, hece hece büyük bir dikkatle yeniden sessizliğe gömülmeliydi.” (s. 19)
Her şeyin daha önceden yaşanmışlığında, başka yaşamlarda tekrarlanmışlığına tamam, geleceğin çoktan olup bittiğine de tamam, şahit olamamanın tesellisi yok ama. Uzamı boydan boya aşmanın kıvancı, sevinci, hepsi noktacığa sıkıştığı için boğuluyorlar, Rilke bir şeyler söyleyip açmış bu hissi, Flaubert ve Nabokov sığınak olmaktan çıkmış, bütün bir yaşamı baştan kurmanın zorluğu, anlatıcıdaki bezginlik ancak parçalı anlatılarda açığa çıkabilir. Noktacıklarda. Öyle olacağını hiç ummamış, eskiden ailenin hapishane, çocuğun kilit olduğunu düşünürmüş, hiç girmeyecekmiş öyle işlere de aşk bir vurmuş, kendini yerleşik hayata geçmiş eski bir göçebe gibi hissetmiş. Sonra sevgi çoğalmış, bebek küçük bir mucizeymiş. Klişelere de başvurmalıydı elbet, sırf çağrışımlardan, felsefeden, yasın genişliğinden bahsetmeyecekti. Mesela bir öğleden sonranın nasıl doldurulacağını unuttuğu için ağlayacaktı, ölümü inkâr etmeye direnmeyecekti daha fazla, tekrar karşılaştıklarında tanıyacaktı. Tanıyamayacak, bir başkasının ölümünü değil de kendi ölümünü ölene kadar bilemez, bebeğini kaybetmek o zamana kadarki kendiliği donduracak, değiştirecek, diriltecek, oysa ölümünde tanınacak hiçbir şey yok. Kimse kendi ölümüyle hiçbir şey yapamaz. Charlie Parker’ın şarkısında başına gelenleri dinliyor anlatıcı, evet, çocuğunun doğuşunu gördü, ondan daha fazla yaklaşamaz. Duygularını anlatamaz, telefonları açamaz, sözcükler gündeliğin sınırlarında kalır, kendisi asılıdır herkesin gözünün önünde. Alıp arabaya tıkarlar, bir şeyleri bulmak, bir şeylerden kurtulmak için güneye giderler, anlatıcı yürüyüş sırasında bir geyikle karşı karşıya gelir. Bir geyik ne kadar geyikse o kadar geyiktir, anlatıcı o kadar anlatıcıdır, dünya o kadar dünyadır, bunda teselli edici, rahatlatıcı bir yan vardır ama gölge düşer hemen, geyiğin geyikliğini bebek de bilebilirdi ya, dünya biraz daha “güçlenebilirdi” o zaman, bu bir kayıptır. Bebeğin mutluluğunu görememenin acısı, bu bir yastır. İnsanlardan kaçmak, bu imkânsızdır. “İnsanlardan nefret etmek onlarla yaşamaktan daha kolay. Eğer bazen yanlış insanların öldüğü doğruysa, bundan başkalarının ölmüş olması gerektiği anlamı çıkar. Çok şey, en azından birçok canlı bize çekilmez gelmeye başladı. Bizim yanımızda zaman öldürmeler, gözümüzün önünde hayatı harcamalar. Ama mahvoluyorlar mı, hayır. O kendinden eminler, onlar bütün cevapları biliyor gibi yaşıyorlar. Şunları görmek zorunda olmak, seslerini, kokularını duymak.” (s. 35) Çaresizlik.
Parçalı yas, dört dörtlük metin.
Cevap yaz