Selahattin Batu – İspanya Büyüsü

Batu’nun gezilerinde mekânlarla coğrafya kadar yeri vardır güzel sanatların. Çirkin sanatların da yeri vardır, şehirlerden bir şehirde mimariyi cortlatan bir öge mi var, Batu büyüden sıyrılıp eleştirir, sonra başka bir güzelliği anlatmaya başlar. Kendisi gezi yazıları kadar şiirleri, köşe yazıları, biri Viyana Devlet Tiyatrosu’nda sahneye konan oyunları ve Ahmet Adnan Saygun’un operasına yazdığı librettoyla da bilinir, çok yönlü bir yazardır, gezmeyi acayip sever, gittiği yerlerde müzeleri es geçmez. İspanya Büyüsü‘nün ilk bölümünde İber’i şöyle iyice bir dolandıktan sonra Londra’ya geçer. İngiltere günleri kitabın ikinci bölümünü oluşturur, anlaşıldığı kadarıyla en az İspanya kadar büyülüdür İngiltere de, Batu buraları önceden de gezdiği için geçen zamanı da dolanır bir, neyin değişip neyin değişmediğini, kendini ve şehri tartarak ölçer, anılarıyla güncelini tokuşturarak anlatılar yaratır. “Gezi yazısı” demeye de dilim varmıyor bunlara, “kendini gezdirme yazısı” demek daha doğru. Özne olabildiğince ön plandadır, o kadar ön plandadır ki şehir kaybolur, “şarap rengi deniz” şöyle bir görünüp yiter o bengin dalgada, bütün anlatının üzerine örten koca bir ben dalgası. Yolculuk sırasında gemiye vurmuyor bu dalga gerçi, Batu kıyıdan kıyıya dolanırken antik dünyadan bir figür olduğunu düşünerek eskinin gündelik yaşamını, kentlerini canlandırıyor.

27 Ağustos 1968, Sicilya açıklarından Barselona’ya: İspanyolların dillerindeki pelteklik, genizlerinden gelen boğuk ses, oyunlarındaki kıvraklık Akdeniz kültürünün önemli bir parçası, tabii “zil, şal ve gül”le birlikte. Endülüs’te bir ressam evini gezmiş Batu önceki gidişinde, tablolar limon ve portakal kokuyormuş, sokakta bitmeyen bir devinim varmış çünkü İspanyollar uyumuyorlarmış, ulu kentler sabaha dek yaşıyormuş. “Afrika ufuklarına bakıyorum şimdi.. Tunus’u görür gibiyim.. İşte Cezayir bitişiği onun, başımı az sola çevirsem İskenderiye’yi görebilirim. Sokakları sessiz ve önü deniz.. Ptolemaios günlerini anımsıyorum. Archimedes orada okumuştu.. Daha kimler yetişmemişti orada.. Bir kaynaktı bu kent Elenistikle, İskender’le, doğu ile zengin. İyonya, Korinthos, Atina, Mısır burada hal-hamur olmuşlardı. Mermer çiçeklenmiş, düşünce meyvaya durmuştu orada.” (s. 6) İki yıl önceki Tunus gezisinde görmüş Batu, o görkemli günlerden birkaç kırık taş ve deniz kalmış sade, halklar saygılarını sunmuşlar ve geçip gitmişler dünyadan, denize bırakmışlar ne varsa. Gözde canlandırma değil bu, binlerce yılın havasını solumaktan geçen varlık birliği, anlatması zor ama başkalarında da buldum, Yusuf Koşal’la Beyza Ertem’de yansımalarını görünce çok sevinmiştim. Elbet bir tür deneyim oluşuyor kırık taşların önünde ama tarihin bir parçası olmayı hissetmek başka bir şey, Beyza bunu İda’da bilmiş, ben Kayaköy’ün tepelerinde bildim. Sözcüğe getiremedim o zaman, hemen de anlatılamıyor zaten, insan bir yüceliğin silinip gittiğini duyumsuyor buna cüret ederse. Batu’nun yaban sezgisi mekânları çatmada işe yarar, önce bir yana itmeli yaşamayı, açıklamalardan korkmalı, zamanı bir yere sakladıktan belki çok belki az sonra yeni baştan kurmalı her şeyi, ikinci veya üçüncü gidişte, dördüncü, seferler arasında belki, bir oluşu göremeyeceğimiz kadar yaklaştırdıktan sonra benliğimize. “Her şey tamam olunca güzel, diyorum ama tamamlanmamış zaman da güzel.. Yarım kalmanın güzelliği, diyorum.. Görmek ve unutmak.. Yarım bırakmak bir düşü oracıkta.. Unutmak, sonra anımsamak. Tamamlamıya çalışmak eksikliği.. Hızla yaşanan ne varsa çirkin, dile o yüzden varamamıştım.” (s. 10) Hızlı yaşayanların eleştirisi geliyor sonra, bir ânın sonsuza uzanabileceğini hiç bilmeyenler, çalışmanın, öğrenmenin nimetini anlamayanlar “atasız, anasız, her şeyleri değişik, yalnızlar, kopmuşlar çevrelerinden, zamandan, süreden; yurtsuz, vatansız hepsi”, oysa Batu’nun kuşağı eğlencelerinde bahar havasını solumuşlar, kızları mis kokarmış, ağızları tütün ve şarapla ıslanmamış. Eril sesin yanında geçmişe çakılı kalmanın etkileri de var bu yazılarda, Batu’yu ülküsüne düşkün bir idealist olarak görebiliriz. Biraz da geçkin tabii, dünyanın güncelinden uzakta. Şikayetçi değil bundan, aksine, akışta bir sabit olarak “olmak” istiyor, geçen zamana sözde dargın ama geçen hiçbir şey yoksa birikimin kalbinde duramayacak, etrafında biçimlenmeyecek tarih, geçecek olan geçmeli.

29 Ağustos 1968, Barselona: Cetvelle çizilmiş gibi caddeler, yine de eskinin peşinden. Kırık mermerler Roma günlerinden yadigâr, barış zamanlarındaki sessizlik saçılı ortalığa. Kilise bomboş, org kime sesleniyor belli değil, dışarıdan caddenin gürültüsü geliyor. Düz çizgilerin gürültüsü öldürüyor her şeyi, yazık. Nerede olduğunu bilmiyor Batu, bir yerde, kapkara evler, yapılar, dolambaçlı sokaklar, kenar mahalle. İşçiler, yoksul insanlar loş evlere girip çıkıyorlar, karanlıkta yaşıyorlar, bir şey söyleyeceklerse de çoktan unutmuşlar. “Güney Amerika varoşları”na benzetiyor Batu, favelalardan bahsedecek bir süre sonra, İspanya’da da benzer yapılar var. “Uygarlığımızın dökülen yanı”. Eh, sonra da patronlarla işçiler arasında ayrının gayrının olmadığı, boş eşitlikli, kavganın gürültünün olmadığı, sınıf savaşının başlamadığı dünyaları hayal edecek, aldanmayı isteyecek de neye bakarak, dökülen yanlarda mı bulacak umutlarını, Refik Halid Karay’ın Portekiz’de ağzı beş karış açık dolanarak Salazar’ı övmesi gibi hayran hayran dolanıp Franco’yu mu övecek yoksa? Batu’nun işçi sınıfıyla, üstlü altlı yapılarla falan hiç işi yok, bakıp geçiyor anca, Picasso Müzesi’nde geçirdiği zaman çok daha mühim. Akdeniz kültürünün baskın renklerinden, binanın mimarisinden, oradan gelip geçmiş ressamlardan binlerce yıllık kültürün izlerini tutup çıkarıyor. Fırçanın soluğu turunç, taşın yüzeyi deniz, doğanın iç içe geçmiş ögeleri. “Bir katılımın sesleri, diyorum, işte atavik duygularla güçlü hepsi.. Kim bilir hangi kuşakların izlenimleri.. Bereket, bolluk, sıcaklık, varlık.. O sakral hava hepsinde.. Koskoca zaman bölümleri paletinde pırıl pırıl..” (s. 35) Picasso, “o deli gönül” dünyada yapayalnız kalsa da kendine vergilidir, yüreği ürpermez, esrikliğinde bulur yaşamını da paletine güvercinler döker. Gibi, yaratıcı yıkıcılık onunki, öncekilerden aldıklarını devirip kendinde bulduklarıyla karıştırması bütün eserleri.

30 Eylül 1968, Madrid, ünlü Velasquez gökleri altında bir şehir, masmavi, boşluk değil de varlıkların tek kaynağı, doyulmaz bir derinlik, uzaklık, varılmazlık. “İspanya bugün biraz da Velasquez demektir. Bir yiğit yeni bir gökyüzü kurmuş burada, yurdunu kanatları altına almış..” (s. 43) Şehir gündüzleri yorgun, uykuya çekiliyor da geceleri yaşamaya başlıyor ışıklarıyla, elektriğin canlandırdığı insanlar temsil ederler mi kenti? İzlenimciliğine algılarından başka hiçbir şeyi karıştırmıyor Batu, insanların bakışlarındaki mutsuzluğu, geleceksizliği, bezginliği görüyor da hıza bağlıyor durumu, bir yerlere yetişmeye çalışmanın, makinelerin, saatlerin dünyasında zevke, eğlenceye yer olmadığını dile getiriyor. İşte, yani, Franco da o sırada bir yerlerde geziniyordur falan herhalde, deniz kenarında bir şeyler içiyordur, hastalığından ötürü sakin bir hayata dikey geçiş yapmıştır belki, alelade insandır. Bir de ilişkileri sağlam tutunca tabii, Batu’yu PEN’den mühim birileri karşılamış orada, yazarlar hep beraber gezmişler, tercüman da varmış. Düşünüyorum, imkânsızlıklar yüzünden üç beş gün, o da üç kuruş parayla gezen yazarlarımız vardır bizim, yazılarının verdiği keyfi ancak bir başka yazılarında bulabiliriz, mesela Burhan Arpad’a Batu’nun sahip olduğu olanaklar verilse acayip şeyler okuyabilirdik. Şimdi bir şeye daha rastladım da, Franco’nun akşam yemeği olarak taratorlu sebze yiyip konuklarıyla muhabbet ettiği sıralarda çok ilginç şeyler yaşanıyormuş, Batu çok iyi yakalamış bunu. Genişlikten bakınca kesinlikle okunası şeyler yazmış Batu ama körlüğünü göstermeden geçemem: “Yazarsızlığın bir ülkede nasıl bir boşluk yarattığını görüyorum. Bir havasızlık bu, yüze rüzgâr gibi çarpan bir havasızlık.. Yalnızlık gibi bir şey.. İnsan bakıyor, kimseyi göremiyor çevresinde.. Bir ulusun, görememesi, duyamaması, bilememesi demek bu..” (s. 47) Allah Allah yav, neden acaba.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!