Her telden yazılar, aralarına şiirler, Boysan potpuri yapmış da metni salıvermiş doğaya sanki. Şeylerin izlenimlerini yazıyor daha çok, rakı masası muhabbetlerinin yanında Avustralya gezisi başlıyor hemen, ekmekler henüz bozulmamış veya toparlanmış, İstanbul yazar kadar çocuk birkaç yazıda. Baş döndürüyor hız, bir de fazla derinleşmiyor bu denemeler, dikkat çekmekten ibaret. Kopernik mi, bakın, aslında rahip ama Kilise’nin canını sıkacak kadar meraklı, din ortamına bomba gibi düşen savları var, yıllar sonra ortaya çıkıyor doğruluğu. Yer çekimi var, çekiyor bizi, başka çekimler de çekiyor ama o kadar küçük ki hareket etmiyoruz. Hayat var mı, olması lazım, uzay çok büyük ve biz varsak başka yerde de bizden vardır. Bize benzemese de kıpırdanıyor bir şeyler, bazı bilim insanları böyle derken bazıları şöyle diyorlar buna, yani olsa iyi olur hayat. Yunus Emre mi, iyi şairdir, derviştir, hoşgörüsü falan arşa ermiştir. Bektaşi mi, fıkrası vardır, anlatır hemen Boysan. “O sarı öküzü vermeyecektik” ayarında fıkralardır bunlar, kahvedeki dayıların anlattığı türden. Anlatma iştahını dindirmiştir Boysan da okura bilmediği pek az şey vermiştir sanıyorum, değini olsun diye yazdığı birkaç metni kemirmek lazım ki tadı gelsin. Demcilerle ilgili yazıya bakıyorum, ilginç anekdotlardan, anılardan geçilmiyor ortalık. Adamın biri konservatuvarda keman çalışmış iki sene, sonra piyanoya geçmiş, arkadaşı sorduğunda içkisini koyacak yeri nihayet bulduğunu söylemiş. Gerisi meyhane muhabbeti. Demcileri polisler çok sıkıştırırmış, ambulans gibi bir araç ayarlamanın gerekliliğini konuşmuşlar uzun süre, bir araba ayarlayacaklarmış da yan tarafına “Meyhane Aracı” yazacaklarmış. Kimse korkmayacak, ayarlayacaklar, hamamlardan bile isyanlar çıkmışken meyhanelerden bir halt çıkmadığını hatırlatacaklar. Araya anılar mı karıştı, biraz nefes alabiliriz zira Boysan uyduruk fıkralarına, dandik insanlarına yer vermeyecektir o bölüm bitene kadar. Anı bir tanıdığın aslında, yine iş görüyor: Diyarbakır’ın surlarının altında iki demci takılıyorlar, meze olarak ayıklanmış diş sarmısak ve kırmızı pul biber almışlar. Önce birini yiyorlar, sonra diğerini ağızlarına atıyorlar, ardından rakı. Tanıdık için mezeler tamam da rakıyı gölgeye koymak lazım, diğerleri karşı çıkıyor çünkü sarımsakla biberi çiğnedikten, o acıyı bir kez aldıktan sonra rakı buz gibi geliyor. “Bu iki demci, Einstein’dan yıllar sonra izafiyet teorisini, bu sefer okuma-yazma bilmeden bulan, iki kişiydi. Onların da tarihe geçmek haklarıydı.” (s. 7) Dank, Neyzen Tevfik. Pek halden anlayan, nazik bir adam ama içtiğinde canavara dönüşüyor resmen. Neredeydi, Balıkçı’nın Şişli’deki evine mi ne gelmiş bir gün, çırılçıplak yatıp sızmış. Balıkçı’nın kızı İsmet geliyor eve, odaya bir giriyor, anadan üryan bir adamın götü. Çığlığı basıp kaçıyor, Neyzen Tevfik o sıra başını sokacak bir ev bulmuş olmanın huzuruyla hosur hosur uyuyor. Çok kovuşturma geçirmiş, çok badire atlatmıştır, yine de bildiğini okumaktan, üflemekten vazgeçmemiştir, sivri dilini şaklatmaktan da. Bir ara bırakmış rakıyı da altı ay sonra tekrar dönmüş, en sonunda hayat bırakmış onu. Başkaları var, şairlerin dünyasına giriyor Boysan, Can Yücel’in içiciliğinden, Cahit Sıtkı’nın ölümünden ve şiirlerinden bahsediyor. Şair tayfasının hafifliğini biliyor da dizelerden kurulu dünya capcanlı, asıl ağırlık orada. “Ah, ah! Sevgili şairlerimiz! Sizi gözle tanımış olsam bile, yüreğimle tanımaya çalıştım. Bana mutluluk da verdiniz, üzüntü de. Bilirim hepinizin yürekleri öylesine sağlamdı ama, karaciğerleriniz hafiflik etti.” (s. 16) Nerede içiyorlar, kimlerle içiyorlar, Boysan’ın çevresi geniş olduğu için deli hikâyeler çıkmıştır da bu kitapta sadece kısa sahneler var, mesela mezelerle alakalı tartışmada yuhlanan adam. Cinin yanında fasulye pilakisi ve balık köftesi yiyen biri, kesinlikle atılmalı meyhaneden. Ben son zamanlarda sık sık içmeye başladım cini, bir numaralı içkimdir. Lime koyarsın, yaprak atarsın, foşur foşurunu da kodun mu iç de ne yapma. Yanında ne yenir bilmem ama ben pek bir şey yemiyorum içerken, aşırı açsam lüpletiyorum da az. Sıvıların tüketimini en sona bırakan bir çeteyiz biz, benim gibi birkaç kişiye daha rastladım, yemeği bitirmeden ayrana, suya falan dokunmuyoruz. Tuhaf, belki yemek o sıvı kadar çekici olmadığı için. Cin şu an dünyanın en çekici sıvısıdır mesela, karadut suyu ekleyip içmeye başladım, eh, bu saate kadar da uyumamışım, aklım bir yerlere gitmiş yine, Hania Rani çalıyor, Boysan’ın poz kesen adamlarından sıkılmışım, içki adabından falan gına gelmiş, bir şeyin nasıl yiyilip içileceğiyle ilgili onca veriyle ne yapacağımı bilemez hale gelmişim, aklım gittiği yerden dönmemiş, bazı şeylerin neden öyle olduğu aklıma gelmiş de kurcalamamışım çünkü öyleymiş, öyleliğin yoruculuğuna karşı bir kadeh daha koymuşum cinimden de alkolik olmadığımı düşünmüşüm çünkü korkmuşlar alkolik olmamdan, yıllar boyunca korkmuşlar, kötü biri olmamdan korkmuşlar, yalnız kalacağımdan korkmuşlar ve korkuyorlar, bunların hiçbirini duyumsamamama rağmen kafama inmiş alayı, sadece olan şeylerin olduğunu, olan her şeyin iyi olduğunu düşünmüşüm, bazı şeyler iyi değilken değişerek iyi olduğunu düşünmüşüm, değişen hiçbir şeyin değişmediğini düşünmüşüm, kısacası kederimle neşemi ayırt edemeyecek noktaya gelip ne olmuşum, rindane mi, çaça pozumu da vermişim şöyle, daha neyini okuyacağım bu metnin, zıplamalar baş döndürücü, mizah kötü, anı da az. Ne yapacağımı hiç bilemedim, bu yüzden kitabı kapayıp Rusya’daki geziyi, Avrupa’daki sokakları görmezden gelemedim çünkü bu bir şey yapmak anlamına gelirdi, mutlak kararlar bir şey yapmaktan çok daha kötü olduğu için ne için karar alabileceğimi hiç bilemedim, sadece her şeyin bir ânı olduğunu düşündüm, zamanı değil, an gelecekti ve her şey yerli yerine oturacaktı. Karar almamaktan bahsediyorum, Boysan’a laf çakan zıpçıktı geliyor önüme, Boysan’ın ağzının tersiyle pazara yolladığı çocuk. Sevdiğim bir şeyin uzakta veya yakında olmasını düşünüyorum, Boysan Sarmaşıklı Meyhane’de herkese içki ısmarlayan, kendi az içen profesörden bahsediyor o sıra, adamın sevilmemesi mümkün mü? Aç karnına hiçbir şey içilmezmiş mesela, yalan, öyle keyif ehli falan filan olmaya hiç gerek yok, şarabı kafaya diktikten sonra ne racon kalıyor ne adap, zaten kim çıkardı bu saçmalığı, rakıyı veya başka bir içkiyi nasıl içmem gerektiğini kim söyledi, hiçbirini dinlemedim. Bütün zamanları topluyorum, buradan bakınca dinlediğim şeyleri görüyorum da suya kapılmış, yolda yitmiş hiçbir şey yok. Üzülüyorum buna biraz, söz gelişi kırmızı bir çiçek kendiliğinden büyümeliydi. Doğada her şey öyle. Koptuğumu hissediyorum, sonra diyorum: “Tamam, çiçek yine var ama başkaya bakacağım, öyle olsun.” Boysan uzayda, Boysan dünyayı geziyor, Boysan genetikten bahsediyor bir ara da ne kadar bahsedebilecekse işte. Amatör merakı o kadar, iyi eğitimli bir amatör, mimar. Mimarlık ve sanat hakkında söyledikleri en dolusu belki. Ben o sıra geceye bakıyorum, karşımdan adalar geçiyor, tavana bakıyorum, aklımdan notalar geçiyor, tren bir kırığı boydan boya aşıp kayboluyor. Enden ene aşıp kayboluyor. Çaprazdan çapraza. Aşıp, nereye, bir yer. İstasyonda beliriyor, nerede olduğumu aslında söylemeyen tabelanın arkasında uzanan tepeye, tepedeki binalara, binaların ışıklarına bakıyorum. Bununla ne yapacağımı bilmiyorum. Bunlarla ne yapacağımı hiç bilemedim.
Cevap yaz