Memleketin 1990’lardaki sorunları, dünyanın meşhurları yazılarda var, bunun yanında edebiyatın sorunları sıkış tepişin içinde yer bulabilmiş, her telden mevzu. “Yağmur Yağıyordu” yazarın edebiyat görgüsünü, yazma rutinini ortaya koyduğu döküm: Tarık Dursun K. yazarken rahat çünkü ne yazacağı, nasıl yazacağı kafasında çoktan hazır. Kâğıdı daktiloya takıp “çalatuş” yazmaya başlıyor da öncesi belki yıllarla ölçülür, bir fikir pişip dururken zaman geçmiş de yazamadan ölmüş yazar, olabilir, Ferhan Şensoy son konuşmasında Pardon 2 üzerinde çalıştığını söylüyor. Kendi yöntemini anlatıyor Tarık Dursun K., kendisiyle boğuşmasını, ardından sıkıntısını dışa vurmayı. Aklında bir roman konusu var, evirip çevirdi, önce yakınındaki güvenilir üç beş kişiye anlatıyor, anlattıkça oturmayan yerleri oturtuyor. Dinleyenler yorum yapıyorlar mı, kurgu zamanla değişiyor mu bilmiyoruz, yazar anlattıkça kurduğunu söylüyor bir. Tartışma çıktığı oluyormuş, o durumda da konuyu değiştirip meseleyi kapıyormuş, iyi. En önemlisi ilk cümle, Sevim Burak için de öyleydi, hatta Yourcenar da benzer bir şey söylüyordu galiba ama ilk cümleyi önemsemek kendiliğinden gelen bir hassasiyet sanırım. Bana gelmiyor, bir yerden başlıyorum sadece, hikâyenin içindeki devinim, köşe gönderleri, biçimle hikâyeyi uyuşturma çabası, bir anda beliren takla atma isteği daha önde. İlk cümle değişir sonuçta, acaba başlamaktan mı bahsediyorlar, bir şekilde başlayıp gerisinin gelmesi. Gerisine bildiğim için nereden başladığımı düşünmüyorum, zaten başlangıçlar da sonlar da değişir, silinir gider, yenisi gelir, hiçbir zaman tamamlanmaz. Şiir bitmez de terk edilir ya, öykü için de aynı şey. Neyse, yazar havanın kapalı veya açık, yağmurlu veya güneşli olduğunu belirten bir cümle veriyor örnek olarak ama lütfen havadan sudan bahsederek başlamayın öykülere ya, kepazelik resmen, yani direkt hikâyeyle ilgili bir dahli yoksa havanın, atmosfer yaratmak için falan kullanmayın çünkü öğüresi geliyor insanın artık. Öğürüyorum o güzel bahar sabahını, o karlı kış akşamını filan görünce, öğürünce meteorolojik veriler kayboluyor da devam edebiliyorum öyküye ama öğürmenin anısı kalıyor, mesela Onurhan’a kitabı anlatıyorum diyelim, beş kez öğürdüğümü söylüyorum. Beşin altı kitabın iyi olduğunu gösteriyor. Gibi. “Yazar, okurdan önceki okur olmasını da bilmelidir bence. Yani, kendini okurun yerine koyabilmeli, koymalı, yazacaklarına (aslında yazdıklarına demek istiyorum) okurdan önce, okur tepkisini göstermelidir.” (s. 10) İster misiniz bir öykü hava durumuyla açılsın, bence istemezsiniz, istememelisiniz, bu yüzden şöyle bir dönüp bakın, sırf kar yağsın istediniz diye yağdırmayın karı. Umurumda değil hava, hadi havanın o şekilde karşıma çıkmasını istemiyorum diyeyim, mesela diyaloğun orta yerinde karakterin gözlüğüne bir damla yağmur düşsün, bir mekâna girerken botlarını tap tap yere vurup karı silkelesin karakter, ne bileyim, böyle küçük şeylerle verin, öyle koca koca, borazanla vermeyin. Neyse, Tarık Dursun K. romanının yazmaya bir başladı mı çok az ara veriyor, “yazmaya abandığını” fark edince duruyor, biraz dolanıyor herhalde, şöyle bir nefes alıp oturuyor yine masaya. Romanla ilişkisini kesiyormuş o ara, sanki hiçbir şey yapmıyor da yaşıyor sade. “Hikâye”de öyle yapmıyor, hikâye zor, acımasız, hoşgörüsüz, başından kaldırmıyor. Oturup yazacak yazar, başka türlü yakasını kurtaramaz. Bırakıp gelmek, kalkıp gitmek yok, keyif işi değil, sıcaklık bir kere yitince kaçan bir şey hikâye. Orhan Kemal’miş yazarın ustası, onu Babıâli’deki kahvelerden birinde oturmuş yazarken görünce şaşırmış da meşhur yazarın her yerde, her koşulda yazabildiğini öğrenmiş. Yazacak bir şeyi varsa. Yokluyorsa, rahat bırakmıyorsa, iğne gibi batıyorsa akla, o yazılacak, bunların hiçbiri yoksa belki de yazmamak gerek, Tarık Dursun K. öyle diyor, eğer gerçekten zorlayan bir şey yoksa belki de sadece okumak lazımdır. Ama bunun diğer yanı var, yine Ferhan Şensoy anlatıyor işte, Haldun Taner evinin balkonuna oturup denize bakarmış her sabah, Moda’da deniz gören balkon da ne güzeldir, gelip geçen vapurlara bakarken takarmış kâğıdı, tak tak tak. Şensoy sormuş, yazacak bir şey gelmiyorsa aklına? Gördüklerini yazarmış Taner, yeter ki motor soğumasın. Sonradan “Yalıda Sabah” çıkmış o yirmişer sayfalardan, ne hoş. Motorun soğumamasını önemli buluyorum, motor soğumasın diye manyak gibi yazıyorum bunları her gün, eveleme geveleme olsa da yazıyorum çünkü buradan çıkıp öyküye geçebiliyorum hemen, geçmesem de parmaklarımı işler tutmuş oluyorum, istediğim zaman geçebilirim. Geçemem, ne zaman gelirse o zaman geçebilirim, biçimdi karakterdi hikâyeydi paket halinde gelir de alırım, dökerim ekrana, tamamdır. Öykü gelmesi. Kaçtı mı yakalayamam bir daha, tekrar gelmesini boşa beklerim, doluya beklerim, bilemiyorum artık, belli olmuyor bu işler.
Tek bir yazıdan yarı hacmi doldurdum çünkü Oktay Akbal’a bağladığı yazısı çok Tarık Dursun K.’nin, bakanın biri bilmem kime ödül vermiş de o sıra sanata ömrünü vakfeden biri vefat ettiği halde onu anmamış, bu tür güncel meseleler. Dil konusu var, bayat, Türkiye dışında yazılan yazıların Türkiye Türkçesiyle yazılmadıkça Türkiye Türkçesinin lehçesiyle yazılmış olması gerektiğine dair, politikacıların berbat bir Türkçeyle konuşmalarına dair. Ataç’tan ödleri koparmış genç yazarların, en ufak yanlışlarını piyasaya çıkarırmış da rezil edermiş Ataç, şimdilerde hiç öyle korkular yokmuş, bilmem ne. Dikkat çeken yazılara bakayım, Frankfurt Kitap Fuarı’yla ilgili olanı mesela, İran bile kendi edebiyatının metinlerini Batı dillerine çevirtip gönderiyormuş da bizimkiler anca ithal etmeye gidiyorlarmış oralara. “Geri kalmış ülkeler bu çeşit pazarlara çok hazırlıklı geliyorlar. Ülke edebiyatlarının klasik ya da çağdaş ürünlerini geçerli üç dünya diline (İngilizce, Fransızca ve Almancaya) çevirtip, alıcının anlayamayacağı, çeviri zorluğu nedeniyle karşısında ürkeceği haklı engeli böylece ortadan kaldırıyorlar. İlişki, yine böyle başlatılıp böyle sürdürülüyor.” (s. 32) Kıyaslama geliyor sonra, bence yanlış bir kıyas ama diğer ülkelerin, örneğin Meksika’nın bizden daha uygar, demokratik, özgürlükçü olmadığını söylüyor yazar, hani kıstas oysa, bu durumda edebiyatımızın diğer ülkelerin edebiyatlarından eksiği ne? Yaşar Kemal, Orhan Kemal, MŞE neden bilinmiyor Batı’da, çünkü devletin o yönde bir çalışması yok, sanat umursanmıyor, burjuvazi de o değerleri üretmeyince yapacak bir şey yok. Kültür Bakanlığı bilmem kaç bin kitap almış, televizyonlarda müjdeleniyor da o kitaplar raflarda durduğu sürece hiçbir anlamı yok bu alımın, çocuklara okuma sevgisini kazandırmak lazım. Böyle gidiyor, kültür sanat politikalarını eleştiriyor Tarık Dursun K., yapılması gerekenleri sıralıyor. Sanatçının itibar kaybını “belki” Demokrat Parti zamanından başlatmalı mesela ona göre, oysa kısa süre öncesinde Nâzım Hikmet’e yapılanlar, onun da öncesinde neler neler, son örnekse Yaşar Kemal. “O ünü yedi iklim dört bucağı tutmuş, yazdıkları çevrilmedik dünya dili kalmayan, Nobellere aday olmasından nedense pek övünç duymadığımız Yaşar Kemal; artık topluma kırgındır, küstür ve tarafımızdan yaralanmıştır.” (s. 38) Ne kadar küserse küssün yine meydandaydı Yaşar Kemal, kendini tamamen çekmedi. Mümkün değil, devlet bir yerden fiştekliyor da ayağa kaldırıyor insanı, tamamen küstürmeyecek kadar acı çektiriyor.
Millet kültür fukarası, devlet sanattan anlamıyor, resmî tarih çarpık, Ercüment Uçarı ölü, eskinin yazarları aynı zamanda gazeteciyken şimdiki gazetecilerde yazarlığın esamisi yok, pehlivanlar bir yanda güreş tutarken Tarık Dursun K. az sayıda okuruna kitaplarını imzalayıp tekerlenenleri izliyor, yazılarda çok şeyler oluyor kısacası. Okunası.
Cevap yaz