“Kahvaltı sofrasını hızlıca toplayıp kalan ekmekleri kuşlar için pencerenin önüne ufaladı Suna. Hemen sonra koşar adım içeriye geçerken, ‘Hazır mısın?’ diye seslendi oğluna. ‘Geç kalmayalım ilk günden.’” (s. 43) Eylem, karakter adı, laf. Şu kalıbı gördüğünüz an bir Notos yazarıyla karşı karşıya olduğunuzu anlayınız, kitabı kapayınız, benim yaptığım gibi okumaya devam etmeyiniz. Yeterince Notos yazarı okuduysanız. Farklı bir şeyle karşılaşmayacaksınız çünkü, karakterin bir ânına, bir sahnesine, bir gününe, bir zaman aralığına denk geleceksiniz, o aralıkta karakterin küçük küçük düşüncelerine boğulacaksınız, hikâye boyunca karakteri takip eden bir arızayı, muhtemelen somut bir takozu görüp üzerinden atlamaya çalışacaksınız ama mutlaka takılacaksınız ona, takoz sizi karakterin geçmişine düşürecek, şimdisiyle geçmişi arasındaki bağlantılarla dolduracak kafanızı. Kuşlara ekmek mi ufalandı, artık gerisi kuş. Karlı havada yazlık kıyafetle mi çıktı sokağa, geçmişin bilmem neresinden gelen travma yüzde yüz çıkacak ortaya, kıyafetin anlamı göze girecek. “Haa!” Haa ya, öyle çözersiniz bulmacayı, daha doğrusu sizin yerinize çözer kurgu, çözmeye ayarlanmıştır, okuru aydınlatmaya programlanmıştır çünkü programlı öykü sayısız kez denenmiş, başarılı olmuş formülün ürünüdür. Başarılı olmak. Yazdığım öykülerin beş yüz üç bin sekiz tane benzeri var çünkü aynı kaynaktan doğuyoruz, aynı dersleri görüyoruz, aynı ödevleri yapıyoruz ve aynı formatta öyküler yayımlıyoruz. Hiç düşünmez miyim ne yaptığımı, neden başka bir şey yapmaya çalışmadığımı, formül tutarsa düşünmem çünkü başka türlüsünü düşünmek zordur, emek vermem gerekir düşünmek için, hem uğultunun, kalabalığın bir parçası olmak güçlü hissettirir, huzur verir, o zaman koyayım aynı meşrepten öyküleri gitsin. Vallahi utanırım ben ya, yeni bir şey söyleyemediğimi fark etmemekten, yeni bir şey söylemenin önemini fark etmemekten, en kötüsü de sorunu fark ettiğim halde yazmaya devam etmekten utanırım, sanki utanan kimse yok? Billahi şu kapaklara damga mühür bir şey vursunlar artık, yazarların atölyeleri belirtilsin de almayalım kitapları, para tuzağına düşmeyelim. Salak gibi düşüp duruyorum belki yeni bir şey vardır diye, varsa da kodamanlarda ne arasın, periferidedir. İndirimden aldım bunu, tesellim. İletişim çizgisini bozmadan ilerliyor, buna sevinebiliriz. Eğlence çıkıyor bana, biraz da bunun için alıp okuyorum. İlk paragrafını alıntıladığım öyküye bakalım, Suna hazırlanıyor, oğluyla birlikte ilk günü çok önemli bir etkinliğe, bir şeye gidecekler, adım adım açılan gizem. Ayağını vuruyor Suna o telaş sırasında, parmağını yerine oturtuyor. Vov. Çocuk ilkokula başlıyor, gizem cort. Oğlan okula giriyor, Suna ilkokuldaki günlerini düşünmeye başlıyor, yediği ilk tokadı. Yenilgi silsilesi sonra, kendini hiçbir konuda haklı görmemesi eşinin başka bir kadın için arazi olmasına, oğlunun suskunluğu ve tuhaflığına çıkıyor. “Bir milattan geçer gibiydi, başında olduğu hayatın telaşı ve geride kalan günlerin hüznü.” (s. 45) Faça be. Her şey yalnızlıktan, her şey acı, eylem lazım ki ânın güzelliği çıkarsın Suna’yı düştüğü kezzap dolu leğenden, keder tasından. Parka gidiyor, çocuklar koştur koştur oynuyorlar, kuşlarla birlikte mutluluk çöküyor ortama. “Ayağı tökezledi yürürken, suçlu takıldığı taşmış gibi öfkeyle yere baktı Suna. Kötülüğü anında cezalandırmak istedi, yoksa hep yapanın yanına kâr kalıyor diye sinirlendi. Kocasını hiç sevmemişti ki zaten. Gözleri güzelse ne olmuş ki? Adam banyodan sonra bile kokardı. Çocuğu olmuştu evlendiği o kadından. Üç kuruş nafakaya da artık gönül indirmek istemedi, oğlu okula alışınca iş de bulurum diye ümitlendi. Bir Bağkur’u vardı anne babadan kalan, başka da bir şey görmemişti onlardan.” (s. 48) Vur ölem ya, kadının sigortasına kadar indik, üstelik bayağı bayağı bilgi topağı yutarak. Ha, muazzam bir sonu var öykünün, şu kötülüğe ceza mevzusu. İki çocuk geliyor karşıdan, Suna gülümsüyor, çocuklar sırıtarak geçiyorlar, biri diğerine dikkat etmesini, az kalsın ezileceğini söylüyor, diğeri birine dana gibi kadın olduğunu söylüyor Suna’nın. “Vay anasını, dana gibi kadın mübarek.” Pkfmpf. Bundan sonrası daha iyi, spektaküler final. Uzun bir şarj evresi, Suna yaşamında karşılaştığı bütün haksızlıkları karnının üzerindeki noktada topluyor, aklına gelen her şeyi, az beride bahsedilen her öfkeyi oraya yolluyor, adeta bir enerji topu oluşuyor, sonra topu ağzına çıkarıyor Suna ve höykürüyor: “Oraya bir gelirsem böcek gibi ezerim sizi!” Abi hadi ya.
“Tencerenin kapağı tıkırdarken, fokurdayan yemek azar azar ocağa taşıyordu. Yarım saattir tuvalette bulmaca çözen annem oradan seslendi: ‘Duymuyor musun, yemek taştı. Kıs altını kıs!’ Sonra hemen vazgeçip, ‘Ya da kapat,’ dedi.” (s. 51) Muhtar şu ilk paragrafları bir değiştirin, koktu artık. Anlatıcı evden kurtulmaya çalışan bir kadın, Adem evlenme teklif edecek de kıracak kirişi, iki teyzesi ve annesinden oluşan cehennem kapanından kurtulacak. Kadınlar arasındaki muhabbette klişeler, Adem’in davarlıklarında klişeler, tabii erkeğin karşısında cehennem kapanının güzellenmesi, kuaförde kadınların yine klişe muhabbetleri. Yetiyor mu bunlar, yetiyor tabii, hedeflenen kitleyi çektikten sonra gerisi önemli değil. Bir şey de okumuyorlar galiba, daha doğrusu ödev verilen ne varsa bir onları okuyorlar, inbreeding sürüp gidiyor. Bir şey okursun mesela, Zen gibi gelir, hani dünya yine aynıdır da ayakların yerden kesilmiştir azıcık, bir şeylerin değiştiğini hissedersin ama neyin değiştiğini çözemezsin. Kendiliğinden, yazdığın şeyde ortaya çıkar değişen, beyninde bir şeyler olmuştur da yazıya vurmuştur. Ama bunlar hiçbir şey okumuyorlar. Kimse hiçbir şey okumuyor. Aynı metinler, aynı metinlerin akraba evliliğinden doğan metinler dönüp duruyor piyasada. Kepazelik. “Çerçeveler” var, böylesi zekâ fakiri öykü azdır. Adamımız içini döküyor bir gece, dayanamıyor, istemedikleri adamlar gitsin diye emeklilik yasası çıkarmışlar, bizimki ıskartaya çıkınca Karadeniz turundan, hayallerinden bahsediyor. Oğluna dönüp gülümsüyor, velet üniversiteyi kazanırsa süper, ona da bakarlar kendilerine de bakarlar. Eşinin aklından hayat pahalılığı geçiyor, oğlanın aklından yaşlı osuruğu salonda bırakıp kaçmak geçiyor, adam gökyüzünde uçuyor resmen. Cep delik cepken delik, hayaller âleminde yaşıyor bazı emekli öğretmenler. Loto oynuyorlar, evde arıza çıkarıyorlar, eşler komşulara gidip soluk alıyorlar, oğlanlar dershaneye, okula, hangi cehennemse oraya gidip unutuyorlar deliyi. Şimdi bu adamın küçük dünyasına bodoslamadan girsek, arızaların kaynağını görsek, psikolojik derinlik çağırsa da çekse okuru, belki tatmin eder de zaten aşırı sıkıcı, kurgu anlamında pek bir şey vadetmeyen bu adamın gündelik eylemlerini görmek ne sağlayacak, öyküyü yukarı mı çıkaracak, nedir? “Çoğu zaman kendinden yaşça büyüklerin olduğu lokalde alıyordu soluğu. Eve gitmek için sabırsızlanırken içinden bir ses ona, henüz erken, diyordu. Vakti gelene kadar çay ve poğaçasına okey oynuyor, hava kararmadan kalkıp yola düşüyordu. Elinde ağır poşetlerle dönüyordu eve, mevsim sebzeleri, taze meyveler, teneke zeytinyağı, yeni çekilmiş kahve, biraz da kuruyemişle doluyordu elleri.” (s. 63) Bana ne abi ne zıkkımla döndüğünden eve ya, iler tutar yanı olmayan, ne karakteri ne hikâyeyi ne başka bir haltı derinleştiren, itip çeken yaveden bana ne, gerçekliğe, yanılsamaya zerre katkısı olmayan çünkü çoktan yaratılmış, karanlığı sisi kalmamış atmosferde lüzumsuzlaşan detaydan bana ne yani. Son nokta: adam odasına gidiyor oğlunun, can sıkıntısıyla boğma operasyonu. Gitar var odada, oğlana çalıp çalmadığını soruyor adam. Duvarda grupların posterleri var, o müzisyenleri mi dinliyormuş oğlan? Yaa, adamın zamanında Abba çok meşhurmuş. Uş babo! Bak sen ya. Abba diye bir grup yok, ABBA o. Ayrıca uyuşmazlığı, uçurumu böyle embesile anlatır gibi anlatmak nesi, aptal mı okur ya? Ahmak mıyız, salak mıyız biz, Edebiyat 101 seviyesinde sahne yaratmak nedir ya. Sinirleniyorum, sinirlenmemeye çalışıyorum, bitiriyorum. Kaçın baba erenler, Notos yazarı görürseniz kaçın.
Cevap yaz