Pierre Charras – On Dokuz Saniye

Okumaya başlamadan taca atıyor aslında, hikâyenin on dokuz saniyeyle ilişkisi yirmi saniyeyle ilişkisi kadar çünkü neler oluyor, metroda yolculuk eden insanlardan nerelere gidiyoruz, havaya uçmadan öncesi ve sonrası o kadar keskince ayrılır mı, kafalar karışık. Ayrılır, havaya uçmak bir ilişkinin rayına oturup oturmayacağını belirler, sevgilisini görmeye giden kızın hayatını beyaz bir dalganın altında bırakabilir, vagondaki diğer insanları da öyle veya böyle etkiler çünkü şiddetli bir patlamanın mekânda bulunan insanları etkilememesi mümkün değildir. Dibimizde bir bomba patlasa hemen etkileniriz, bombayı kimin getirdiğini, neden patladığını düşünmeyiz çünkü varlığının yegâne amacını yerine getiren bombayı sorgulamak hadsizliktir, ayrıca bombayla birlikte buharlaşmak isteyen getirici bizim yerimize de etkilenir ama yıkımı kendinde toplayamaz çünkü bombanın amacı sadece getiriciyi değil, başka şeyleri de yok etmektir, kısacası öyle bir etkileniriz ki hayatta başka hiçbir şeyden öylesi etkilenmemişizdir, her şey hakkında düşünmüşüzdür de bomba hakkında düşünememişizdir. Zamanımız yoktur. Kahvaltıda yiyeceğimiz peyniri mi düşünüyoruz, saçaklı, kopuk bir düşünce olarak kalacaktır zihnimizde, belki küçük bir şaşkınlık ânı yaşarız ama her şey yarıda kalır, geçmiş haşort diye yırtılır, uzaklaşmasını izleriz. Önümüzde uzanan şey nedir bilinmez, onu da izleriz. Gabriel kısa süre sonra ayrılacağı eşi Sandrine’i daha uzun görse, o sarı yağmurluklu, yapılı adam manzarayı kapamasa izleyecekti mesela, on dokuz saniyenin sonunda trenden inmeyen Sandrine’i bir anlığına görmek her şeyin bitmediğinin işaretiydi, kadının trenden inmemesiyse her şeyin bittiğinin işareti. Bu yüzden patlamayı duyduğunda düştüğü dehşet kısa süre sonra ortadan kayboluyor, yerini tuhaf bir sevinç alıyor çünkü toparlaması gereken hiçbir şey yok artık, çaba harcamayacak. Eşi öldü. Tren bir oyun, pamuk yumuşaklığıyla ayrılacaklar eğer Sandrine trenden inmezse, bir süre önce kararlaştırmışlar bu son karar numarasını. Yirmi küsur yıllık birliktelik bitmeye yakın, ilk çatlaklar ayrı arabalara binmeleriyle belirmiş, hani “daha pratik” olan araya mesafe koyduğu için her şeyin pratiği büyük yalnızlıklara da yol açıyor, anlatıcı Gabriel genişleyen boşluklardan ötürü üzgün. Saat 17.43’te gelecek tren ne getirecek, sıkıcı mutluluk, çok da matah değil. Cinselliğin bencillikten kurtulamaması bir başka mesele, Gabriel bir noktada bırakmış artık, eşini memnun etmeye çalışmamış ki Sandrine hiçbir zaman memnun değilmiş zaten, bir anlamda bakireymiş hâlâ. Orgazm bir başka çatlak, yokluğuyla eksiltmiş ilişkiyi. “Gelmemesi gerekiyordu. Bu randevu bizi kurtarmak şöyle dursun, yok edecekti. Bu kez ebediyen yok edecekti. Çekip gitmeliydim. Ayağa kalkmalıydım. O, peronda inecek ve karşısında kimseyi bulamayacaktı.” (s. 18) Başkaları girmişse hayatlarına, bir kez kaybolmuşsa o heyecan, daha büyük bir şeye ihtiyaç var. Patlıyor zaten, göreceğiz. Gabriel’in toza bulanmış hali, sorguya çekilirkenki huzursuzluğu belli ediyor aslında, ne olacağını hiçbir zaman bilemeyeceği için öfkesini yöneltebileceği tek bir hedef var: bombacı. Ölmüş müdür, televizyonlar dahi adamın bombayla birlikte dünyaya veda ettiğini söylüyor ama adamımız hafiften kafayı kırmaya başladığı için önce masum bir adamı takip ediyor, evine girip öldürüyor adamı, sonra metroya dönüp aynı yağmurluktan giyen kişinin peşine takılıyor da son haltını yemeden nihayete eriyor roman. Akıl sağlığının alt üst olmaya başladığı nokta parlak, metroda beklerken düşüncelerin foşurdaması göz alıcı, Gabriel’le Sandrine merkezde yer aldıkları için derinlikleri daha belirgin. Diğer karakterler yancı, küçük hikâyelerin özneleri olarak dikiliyorlar vagonda, daha az önemli olduklarını söyleyemeyiz ama tamamlanıp tamamlanmadıkları tartışılır. Bombacı hariç, trende aklından geçenleri tuhaf bakışlarıyla ortaya dökecek gibi görünürken koştur koştur gelen kızın yetişebilmesi için kapıyı tutuyor, hoş bir teşekkür, ardından iniyor aşağı. Çantası vardı, adam inerken yanında değil, göz hapsine alan karakter çantanın yanına gidip şöyle bir araladığı zaman, çantanın içinde spor malzemeleri mi göreceğini düşünüyor, hani bomba olması o kadar da mümkün değil mi, kimin başına gelmiş süblimleşmek? Haber vermeyi düşünüyor polise, fünyeyle patlatılan çantadan fırlayacak çamaşırları gözünün önüne getirince vazgeçiyor. Bombacı bir mikro hücrenin çömezi, Paul iyi yetiştirmiş bizimkini, iftihar ediyor. Kodamanlar konuşmak istiyorlar eylem başarılı olunca, kuytuda bir yere gidip karanlık mekânın gizli girişinden içeri, sonra havada parlayan bir metal, arkada derin çukur, bombacı son nefesinin çatlak kafasından çıkıp çıkmadığını bilmiyor. İşin ilginci, yolcuların arasında da geceleri duvarlara yazı yazan, örgütün sloganlarını yaymaya çalışanlar vardır, kurban olarak ellerinden gelenin en iyisini yapıyorlar.

Gabriel’e dönüyorum, hikâyenin merkezi o. Mucize olur Sandrine’in trenden inmesi, ailede mucizelere inanan son insan annesi olduğuna göre bayrağı devralabilir. İkinci Dünya Savaşı sırasında sevgilisi André’nin sağ salim dönmesi durumunda Lalouvesc’e bir hac ziyareti yapmaya söz veriyor anne, tanrılara yakarıyor, adam döndüğünde ziyareti her yıl gerçekleştiriyorlar. André biraz sinirli, yemine kendisini katmasa eşi, kattıysa her yıla bir ziyaret demese iyi olurmuş, ailecek gitmek zorundalar artık. İnanmıyor baba, mucizelerle ve tanrılarla hiçbir işi yok, bu yüzden Gabriel’e annesinin gökyüzünde değil, toprağın içinde olduğunu söylüyor. Katı gerçek, pamuk inanç, Gabriel kafayı kırdıktan sonra mezarlıktan geçerken annesinin sesini duyuyor, hangi yanının ağır bastığını buradan çıkarabiliriz ya da patolojik bir fenomen olarak görebiliriz bunu, Gabriel’de ağır basanı bulmak için ipucu çok. Gilbert, Sophie ve diğerleri bir iki has özellikleri sayesinde yer buluyorlar metinde, donma fantezisini işe koşan adamımız Sandrine’le birlikte bütün vagonu beyin gücüyle durduracak, insanları buz kestirecek de etekleri kaldırıp yapacak yapacağını, sonra parmağını bir şıklatmasıyla hayatın akışını başlatacak, böylece kimsenin bilmediği sırrı yine kendine taşıyacak. Umutlu, o gün gerçekleşebilir bu, çantaya bakan adamı görse de dondursa her şeyi, işini bitirdikten sonra parmaklarını şıklatsa yine başına gelecek var gerçi, ondan kurtuluş yok. Sophie profesyonel askerliğe başlayan sevgilisini görmek için koşturan kız, bombacının kapıyı tutmasıyla ilişkisinin kurtulduğunu düşünüyor çünkü Ludo basıp gitse kopacaklar, adam sevgilisinin kasten gelmediğini düşünecek, neler neler olacak. Eh, neler neler oluyor gerçekten, patlamadan sonra çıt çıkmayan vagonu çığlıklar doldurmadan önce üzerindeki bedeni itiyor kız, sağ elini hareket ettirmeye çalışıyor ama eli yok, kolunu hareket ettirmeye çalışıyor ama, biliyoruz ne olduğunu, sağ bacağı da yok, bedeninin sağ yanı Ludo’yu görmesini engelleyecek. Beyaz dalgalar, bilinçsizlik, gözden damlayan yaş. Çocuk sahibi olsalar bir şey değişir miydi, Sophie daha çok küçük, söz konusu değil. Gabriel düşünüyor istasyonda beklerken, aslında kendisi istemişti ama Sandrine’in kararı kesindi, çocuk yapmayacaklardı, bir sebepten istemiyordu kadın. Bir çocuk bütün yaşamları değiştirebilirdi, olasılıklar toplamı bambaşka bir sonuca varırdı ama her şey o trene, trende patlayan bombaya ulaşıyordu. Zar atmaya gerek yoktu, Gabriel mantığıyla hareket ederek katili bulabileceğini düşünüyor, sorguculara bombacı hakkında hiçbir şey söylemiyordu, kuşağının bütün özelliklerini taşıdığı için polise yardım edilmeyeceğini düşünüyordu çünkü. Asla. Hem randevuya gelmeyen eşiyle yaptığı anlaşmayı anlatırken söylediklerinin aptalca olduğunu düşünmüştü, öyle bir buluşmaya kim inanırdı ki, neden doğru düzgün konuşmamışlardı? Bombaydı sebep, eğer patlamamış olsaydı Sandrine karşıdan gelen trene binip geri dönecek, Gabriel’i gördüğü yerde bulsaydı ilişkiyi sürdürecekti. Ama bomba.

Heyecan pörtlüyor romandan, derinlik az ama gerisi tamam. Asgari romanın biraz üstü.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!