Cumalı’nın “Tütün Zamanı” üçlemesinin son metni. Romanın da öykü gibi ince ince, küçük kozmoslar -vov- olarak işlenmesi gerektiğini söyleyen yazar telkinini göz ardı etmiş bu romanda, gayet kalın kalın ilerleyen anlatının iki büyük arızası var, karakterlerin okuru bilgi bombardımanına tutmalarının yanında anlatıcının upuzun paragraflarla bir şeyleri anlata anlata fenalık geçirmesi, tütün ticaretinin bileşenlerini ekonomi kitabından ödünç aldığı sesle anlatması evlere şenlik. Bir yerde güldüm azıcık, karakterlerden biri can sıkıcı bir olaydan bahsediyor, diğeri detayları duymak istemediğini sezdiriyor, mevzuyu bildiğini söylüyor, diğeri hiç sallamadan malumat vermeye devam ediyor. Sinclair’ın Petrol! nam metnini hatırlıyorum, kuyucuların bürokratlara tasmayı takmalarını detaylarıyla görürüz ama çocuk şahit olmuştur bunlara da onun zihninden yansır alayı, babasıyla birlikte görüşmelere katıldığında ne konuşuluyor, ne yapmak lazım, kamera gibi kaydediyor çocuk, bakış açısını anlatıcıya ödünç veriyor, metin sallanmıyor böylece. Çocuğun anlayabildiği kadarıyla üstelik, basit. Maşallah, Cumalı’nın karakterleri ekonomi hocasından hallice. Bu aksamalar romanın niteliğini bayağı bir düşürse de anlatılan insanımızdır, sömürülüşümüzün hikâyesidir sonuçta, sıcağın alnında üç kuruş için terini toprağa düşüren işçinin, eşinin harcamaları için tarlaya ortak olan doktorun, kodamanların üç kuruşa kapattığı tütününden para kazanamadığı için düğün yapamayıp nikahlı eşiyle birlikte olamayan çiftçinin, dibin dibinden gelip insanlığını yok ederek zenginleşen, Amerikan şirketlerinden birinin müdürlüğüne getirilip insanını açlığa mahkum eden müdürün kesişimidir. Önemli bir roman yani, Ege’de tütün işleri nasıl yürüyor, tarım işçisi ürettiği zıkkımdan bir paket alamayacak hale nasıl geliyor, şirket-devlet işbirliğinin çarkları nasıl dönüyor, hep görüyoruz. Yusuf’a şapka çıkarıyoruz, üç kuruşa satmadığı mahsulü getirip malum kurumun önünde yakıyor, yüzlerce kişiyi utandırıyor. Kaleler teker teker düşerken bir Yusuf kalıyor geriye, at arabasının borcunu kapatmayı düşünürken kalleşliği görür görmez kararını veriyor, sözünden dönmüyor nihayetinde. Borçlar kapanmayacak, tefeciler tarlalara çökecek, evlilikler sonraki baharlara kalacak ve tütünler yanacak ama kazanım yine var, ürünlerini satmayarak bir müddet dayanan tütüncüler kan emicileri sarsmasa da sallıyorlar hafiften, birlik oldukları zaman işlerin karşı taraf için sarpa sardığını görüyorlar elbet. Birlik kurmak geliyor akıllarına, en kısa zamanda örgütlü mücadeleyi başlatmak gerektiği konusunda hemfikir oluyorlar, güzel. Şirketlerin taktikleri müthiş, bürokratlarda sabır çelik gibi, diğer tarafta anlık gelişen bir direniş varsa da öğreniyorlar, daha iyi direnecekler. Particilik kalkıyor ortadan mesela, Balıkesir’de milletin birbirini vurduğu, kahvehanelerin partilere göre ayrıldığı 1952’de DP ve CHP taraftarları Urla’daki tütün kurumunun koca kapısının önünde ürünlerini satmamaya karar veriyorlar, sesleri titriyor da ilgili müdüre yallahı çekiyorlar. PTT vasıtasıyla haberleştikleri diğer ilçelerde de direniyor insanlar. Her an iletişebiliyorlar, çok iyi. Karşı taraf radyodan yalan haber salıyor tabii, ambarlar dolu olduğu halde alım yapan şirketlerle anlaşmaya başlayanlar sayesinde süreç hızlı bir şekilde tamamlanacakmış, satıcılar devletin belirlediği ödeme miktarından son derece memnunmuş, sıkıyorlar. O sesin yalan söyleyeceğine inanmıyor kasabalılar, Galatasaray’la Fenerbahçe maçını da radyodan dinliyorlar misal, yalan söylenmesi mümkün mü? Ayıyorlar yine, radyonun da yalan söyleyebileceğini anlayıp çat diye kapattırıyorlar aleti, tabii fısıltı gazetesine inanmaktan vazgeçmedikleri için umutsuzluğa düşüyorlar sonunda. Aydın, Balıkesir, iller düşüyor, sıra Urla’ya gelince birer birer satmaya başlıyorlar tütünlerini, umutlar bir sonraki yıla kalıyor. Müstakil hikâyeler yok değil, tütün satışıyla bağlantılı olarak Ferit’in Binnaz’a bir türlü kavuşamaması, olumsuzlukların ardı ardına yaşanmasından sonra kafayı kırıp Binnaz’ı samanlığa götürmesi ve mahallenin hiç ses etmemesi başlı başına öyküdür, o bölümü metnin tamamından ayırabiliriz. Doktorun eşi ve Binnaz’ın annesi eskinin ihtişamını yaşayamadıkları için tüketim çılgınlığına kapılan iki kadın karakter olarak çıkıyor karşımıza, Eda baba evinde yaşadığı bolluğu yitirdikten sonra eşinden de aradığını bulamayınca kızı Binnaz’ın evliliğinden medet umuyor, Ferit söz verdiği gibi verirse altınları, yaşadılar. Samanlık faslında komşunun akli dengesi bozuk çocuğu çıkıyor piyasaya, Ferit’le sık sık ava giden bu gencimiz o gün elinde tüfeğiyle nöbet tutuyor, Eda olan biteni öğrenip koştur koştur geldiği zaman boğuşuyorlar, tüfek patlayınca bacağı mahvolan kadın hastanede hayatını kaybediyor. Odağı ansızın değiştiren Cumalı bir aile trajedisine çevirmiyor olayı, mutlu sona bağlıyor da hızlı değişim aklı yoruyor, kurgunun temposuna alıştıktan sonra aykırı geliyor bu bölüm. Doktorun hikâyesine bakalım, zar zor bitirir fakülteyi doktor, zengin bir ailenin kızıyla evlenir. Anadolu’nun kasabalarını gezmeye başlayınca eşinin canı sıkılır, iki kızıyla birlikte İzmir’e dönüp eşinin yolladığı parayla çocuklarını okutup kumar masalarına oturur, daha fazlasını isteye isteye adamın cerrahlık hayallerini çöpe atar. Baş hemşireye tutulmuştur doktor, gençliğinde âşık olduğu kıza benzettiği iş arkadaşıyla yakınlaşmaktan korktuğu, ailesine bakmak zorunda olduğu için arada kalır. Tütünle ilgili meseleyi duyduğu, telefonda da bir güzel azarlandığı için -eşi o cahil köylü tayfasıyla iş tutmamasını söyler adama, zaten hep o yardımlaşma saçmalığı yüzünden kaybetmektedir doktor, aptaldır biraz- dayanamaz, uyku haplarını lüp lüp yutar. Baş hemşire ağır yaralı hastalardan birinin durumu kötüye gidince doktoru uyandırmaya gider, bakar ki adam kendinden geçmiş, ölmek üzere. Müthiş soğukkanlı kadın, doktorun midesini yıkadığı gibi hastanın yanına gidip kanamayı durduruyor, iki insanı birden hayata döndürüyor. Cumalı’nın cinsel tansiyonu yansıtma başarısı Ferit’le Binnaz’ın olayından sonra burada da ortaya çıkıyor, iki sevda kuşunu sarılıp öpüşürlerken bırakıyoruz. Sıfır dalga: gerçekten de iki insanı seviştirmede, arzunun şiddetini betimlemede Cumalı’nın ustalığını teslim etmeli. Ay Doğarken Uyuyamam zirvedir herhalde, kırsalın insanlarında tutku tarlaları yakar, silahları patlatır, neler neler eder.
Devletin yediği haltlarla, arada kalmış memurlarla bitireyim. Kurumun eksperine tütünlerin kaçtan alınacağı tepeden bildirilir, fiyat son âna kadar gizli tutulur da beklemeye gücü kalmamış satıcılar gafil avlanırlar. O seneye kadar, öncesinde CHP’nin yediği haltlardan son derece rahatsız olan tütüncü oyu DP’ye verdikten sonra işlerin değişeceğini düşünür ama bakar ki daha da kötüye gidiyor vaziyet, ânında kazan kaldırır. Çanlar tey ötelerden işitilince DP’nin oralıları iyi tanıyan milletvekili Amerikan arabasına atladığı gibi tozu dumana katarak gelir, insanlara sakin olmalarını söyler, durumu düzeltmek için elinden geleni yapacaktır. Kurumun eksperini kestirir gözüne, adamı Çeşme’ye sürdürür, zaman kazanır böylece. Halk uyanmıştır artık, eksperin iyi niyetinden şüphe etmedikleri için adamın arabasını durdururlar, gerisin geriye gönderirler. Milletvekilini arayan forslu bir tütüncü sürgün kararını hemen iptal ettirir, adamı kurtarır. Günah keçisi taktiği işe yaramamaktadır artık, kimse yutmaz, vekil de şamarı yemiş olur böylece. Bir daha oy vermeyeceklerini söyleyen kalabalığa katılmaz Yusuf, o da DP’lidir ama tepkisini başka türlü göstermeyi seçer, daha etkili bir eylemle ortalığı dumana boğar. Ferit’le karşılaştıkları bir bölüm var, iki delikanlı o zamana kadar birbirlerini uzaktan görmüşlerdir de konuşmamışlar, o kısa yolculuk boyunca birbirlerine verdikleri gücü başka hiçbir karakter vermiyor bir diğerine. Tam anlaşmanın etkisi. Çok az konuşuyorlar, söylenecek şeyleri çoktan bildikleri için gerek yok lafa. Kasabalılar bu ikisini örnek alsalar yeter, mücadelenin kitabını yazanlar bunlar.
Toprağımız nasıldır, tütünümüzün başına ne işler gelir, insanımız kan emicilerle nasıl boğuşur, Cumalı’da bulursunuz.
Cevap yaz