Çukurova’ya giderler, pamuk kaldıysa çalışırlar, paralarını alabilirlerse günübirlik yerler, karın tokluğuna. Öleni hemen gömerler, Osman Şahin’in öykülerinde öyle. Patronun biri para vermek istemez, çadırların yakınındaki otları yaktırınca alevler yükselir, küçücük bir çocuk küle döner de gömüverirler oraya. Anasıyla babası ertesi sene geldiklerinde pamukları görürler bir, gömütün bulunduğu ağacın yakınlarını da pamuk bürümüştür. Çobandır bazısı, Urfa’nın sınıra yakın yerleri diyelim, hayvan gezdirir ama o kuraklıkta nereye, daha da önemlisi üç paraya satılacak hayvan neye derman olacak. Kaçakçılık yaparlar çaresiz, hayvanlarını sınırın ötesine götürüp satarlar, Suriyeliler iyi para verirler hayvanlara. Türkler bedavaya getirecekler neredeyse, öteye götürmekten başka çare yoktur, Otyam kaynaklara ulaşıp kaçakçılığın ve diğer yandan sömürünün boyutlarını gözler önüne serer. Tam burada işte, acı patlıyor, yerden fışkırıyor adeta. Kaç vaka var, Otyam kaçına yetişebilmiş, düşününce dehşete düşüyor insan. Askerlerle anlaşanlar gece vakti hayvanları öteye götürüp dönüyorlar, kazandıkları üç beş kuruşla geçinmeye çalışıyorlar da askerin oyununa ne zaman geleceği var akıllarında. Sınır geçildikten sonra ışıklar bir yandı mı eyvah. Belki nöbetçi değişti, belki mallara el koymak istedi askerler, hiç belli olmaz. Meclise yansıyan vakalardan biri ne fena: Şahan ve arkadaşları Suriye’ye geçip çayları yüklenirler, dönüşte yaylım ateşi açılır, hepsi yere çökerler. “Tesilum!” haykırışları, mermiler vızır vızır geçiyor, gençler teker teker öldürülüyorlar oraya. Bürokratik cehennem, zorbalık başlıyor hemen, şahitlere konuşmamaları için baskı yapılıyor, hakaret ediliyor. “‘Almasalar bu sene dahi bu sene bizim muhtarlığımızdan on dört bin lirra şeye yardim, Kıbrıs’a yardim oldu, her devre biz hükümetin önündeyiz, yok, siz vetandaş değilsiniz… Siz gavursiniz.. Siz burada gavirsiniz vatandaş değilsiniz!. Onun için bize hakaret yapıyorlar, yani burda biz çok hakaret altindayiz.. Bunun için arkadaşlar o kadar anlatamazlar yani…’” (s. 192) Otyam insanları konuşturmaya çalıştığı zaman ürküyle karşılaşır, ölenlerin yakınları dahi çekinirler, birkaç yürekli insan her şeyi anlatır. Ölülerini almaya gittikleri zaman üst üste yığılmış bedenlerle karşılaşırlar, kurşun deliklerinden yüzleri seçilemeyenler vardır. Köye getirip hemen gömerler ki geri almasınlar, olur ya. “Acavit” istifa etmese rahatlıkla suç işlenemeyeceğini düşünür çoğu, umutlarını yitirmezler yine de, onca güçlü devlet katilleri bulacaktır. Otyam fotoğraflarını çeker konuşanların, göz şeridiyle. Konuşmalar deşifre, Cumhuriyet yayımlıyor, sonra suçlamalar başlıyor. Kaçakçılığın suçu bellidir, bunun yanında Otyam suç işlemektedir, gazete suç işlemektedir, savcılar göreve. Güvenmeyenler ne yapıyorlar, ne tepki veriyorlar bilmiyoruz ama “Otyam Babo” orada olduğu için rahatlayan çok, biliyorlar ki hikâyeleri doğru bir şekilde anlatılacak. Mektuplar gelip gidiyor, Otyam dinlediği insanlardan olayların berisini de öğreniyor. Genellikle benzer sonuçlar: rütbeliler gelip gazetecinin ne sorduğunu, köylülerin ne söylediğini öğrenmek isterler, köylülerden çenelerini tutmalarını isterler, sonra askerler gelip şiddet uygulayarak sindirmeye çalışır köylüleri. Ne eziyet, evi basılıp tarumar edilen çok. Malını mülkünü satıp dört külçe altın alan, yolculuğa çıkmadan önce külçeleri beline saran adamı bir asker durdurur, aramada altınları bulur da kafasını kırasıya döver köylüyü, altınlara el koyar. Soruşturmalar, kovuşturmalar, iki külçe bulunur da diğer ikisi? Neler var böyle, Otyam az bile anlatmış. Yaşlılar II. Abdülhamid’in tahtta olduğunu, Otyam’ın padişahın adamı olduğunu sanıyorlar, Otyam anlatıyor ama fikirlerinden geçmiyorlar. Botlarla geziyormuş Otyam, görenler “su mühendisi” olduğunu düşünüp sevinirlermiş, sonra kanatları kırılmış gibi üzülürlermiş. Su yok oralarda, şimdi Ahmet Arslan’ın bir konuşmasını dinliyorum da aynı şeyden bahsediyor, köylerin çoğunda su olmadığı için bilmem kaç kilometre öteden çamurlu su getirip tülbentlerde süzerlermiş. Otyam su istiyor bir seferinde, şöyle birkaç yudum aldıktan sonra yere döküyor çünkü içilecek gibi değil. Eh, boş bulunuyor, o suyun ne zorluklarla elde edildiğini bilmez mi? Köylülerin acı ve şaşkınlık dolu bakışlarından anlıyor da çok geç.
AP Mardin Milletvekili Abdürrahim Türk’ün yakınlarıyla Kızıltepe AP İlçe Başkanı Şeyh Ömer Kahraman ve taraftarları arasında silahlı çatışma çıkmış, on kişi öldürülmüş, sonra ikinci grup da ikiye ayrılıp çatışmış, iki ölü. Yıl 1973, Stajyer Yargıç Emin Gegez’in evinde töre gereği beş saat oturmuş Türk ailesi, çıkışta hasımlarıyla karşılaşınca olmuş bunlar, haber köye gidince bir “müsademe” de orada. 12 yaşında bir çocuğu nasıl kurşuna dizerler, daha sonra küçücük çocukları öldürmeye nasıl devam ederler, oradan buraya bakınca bembeyaz suratlar görürler de mantığı var eylemlerin, ileride düşman olacak çocukları yaşatmamak lazım. “Sonra, aşiret ve de aile meclisi kuruldu, Kasrı Kanco’da.. Üniversite öğrencisi gencecik Ahmet Türk aşiret reisliğine uygun görüldü.” (s. 169) 60 yıldır o yükü taşıyor Ahmet Türk, yumruk yiyor, ölüm tehdidi alıyor, partiler değişiyor ama mücadelesi değişmiyor.
Toprak reformu gelir gider meclise, ağaların elinden alınacak topraklar köylülere verilecektir. Demirel zamanında su gitmiştir oralara, dua ederler ama elde toprak olmadıktan sonra ne ekip biçecekler? Neyse, su var artık. Olmadığı zamanlarda da göç veriyordu köyler, yine veriyor, reform haberi çıktığı zaman herkesi bir sevinç alıyor ama komisyondan çıkıyor, yine komisyona geliyor maddeler, kuşa çevriliyor, bir partinin baskısıyla bazı maddeler kırpılıyor, başka bir partinin baskısıyla bilmem ne oluyor. Bakanlık kararıyla rezerv alanı mı belirlenmiş, yine bakanlık kararıyla başka yer belirlenebilir, ilk yerden gelir elde edenler kurtarılır. Tespit edilecek şeyler var diyelim, iki devlet memuru gidiyor bölgeye, toprağı incelerken çekiliyorlar, kurşuna diziliyorlar. Oluyor bunlar, toprak reformu hop rafa. “Ağam bizimle eğlenir.” Devlet Ağa gücünü oralara yetiremiyor, aşiretlerle iş tutmaya çalışıyor, kanundan bin beter. Doğulular, Güneydoğulular eziliyorlar, isyan ediyorlar. Çukurlar açılmış, sular fışkırmış ama köylere gelmemiş. Depolar yapılmış, elektrik de gitmiş Mardin’in merkezine de binaların %40’ına anca ulaşmış, geri kalanı “yaşamasız ışığa mahkûm”. Kalkınma planlarında, bilmem ne stratejilerinde cennete döneceği söylenir oraların, cenneti bekleyen insanlar usanmazlar çünkü beklemekten başka çareleri yoktur. “‘Biliriz nedandır? Vermiyolardır bize.. Aha bizim köyde artezyen vardir, su deposu da yaptı, geldi geçen senne fakat bunlar kurur.. Su motoru vermediler hokümat.. Heya vermedi.. Motor getirecekti, motor getirmedi heyeee.. Kuyu çoktan açilmiştir on senne evvel..’” (s. 141) İşin büyüğü yapılmıştır da küçüğe kalmıştır suya kavuşmak, mahşere kalmıştır yani. Okul yapmak için gelip para isterler, hastane için, ne varsa her şey gelecektir ama köylüler de katkıda bulunmalıdır. Olmayan parayı isterler, devlet kuru topraktan meyve çıkarmaya kalkar. Oysa oranın insanları suça bulaşmak zorundadır yaşayabilmek, üç kuruş kazanabilmek için. Mayına basan adamın hikâyesini pek çok internet sitesi paylaşmış, devletin döşediği mayınlar yüzünden ölen binlerce insandan sadece biri o adam. Topu kaçan çocuğun, kalsın, anlatamayacağım. Adam bağırıyor iki gün boyunca, devletin geleceğini, beklemesini söylüyorlar. Devlet geliyor veya gelmiyor, tehlike orada durmaya devam ediyor. AKP kaldırdı o mayınları diye biliyorum, mayın konusu ne zaman meclise gelse üstü hep kapatılmış. Mayınlı bölge elbet belli, bayram ziyareti için öteye geçenlere ateş açıp kaçakçı olduklarını söylemek nesi?
Devletin insana çektirdiği saf eziyeti Otyam’ın bu kitabında bulursunuz.
Cevap yaz