Cyril Wong – Bayan de Souza’nın Son Dersi

Bu romanın berbatlığına dair yüz iki madde sıralanabilir, ben ikisiyle yetineceğim çünkü gevezelik yapmalıyım ve sırf gevezeliğe yaslanmamalıyım, evet. İlk olarak Rose’un gırtlağa çökmesinden bahsedeyim, boğulduğumu hissettiğim zaman polisi aramak istiyorum ama kitabı da bırakamıyorum elimden, nereye kadar boğulacağımı merak ediyorum. Anlatıcımız Rose altmış yaşına girdiğini söylüyor, ziyade olsun, emekli olduğu için okuldaki son günü. Tatil zamanı da gelmiş, öğrenciler salmış tabii, herkes hikâye dinlemek istiyor. Rose anlatmaya teşne, kariyeri boyunca iyi bir öğretmen olup olmadığını sorgulayacak. Berbat bir öğretmen, o ayrı, anlatı boyunca bütün geriye dönüşlerin sonu bu sorguya vardığı için aynı noktada dönüp duruyor Rose, iyiliğine veya kötülüğüne farklı yönlerden yaklaşmıyor, beş yüz üç kez tekrara düşüyor. Bir robotu dinlemiyoruz bu arada, Wong öylesi bir karakteri kasten anlattığını sezdirebilirdi ki romanı başarılı kılardı böylece, oysa son derece ciddi, mahkeme duvarı kadar. Malezya’nın tarihini de katıyor araya, böylece toplumsal sorunları tarihle tokuşturarak günümüz romanının bohçalıktan çıkarmayan anlayışa çanak tutuyor. Nedir, eşcinsellerin gördüğü eziyet, işgallerin yol açtığı psikolojik ve sosyolojik yıkımlar, erkek egemen dünyanın kadınlar üzerinde bıraktığı tahribat, şu bu, al hepsini bohçaya tık, odunlamasına anlat, oldu roman. Arka kapakta hafızanın güvenilmezliğinden bahsediliyor, iyi kotarılırsa kurmacayı çok acayip yerlere götürebilecek bir takla Rose’un o sorgulama fırtınasında şişiyor sadece. “Bunları doğru mu hatırlıyorum? Gerçekten böyle şeyler oldu mu? Neler oldu?” Elinin körü, göze sokacağın yerde hikâyene yedirsene şunu, tepeden bakınca her şeyi pırıl pırıl görüyorsun, sonra gördüğün neyse o biçimde berrak mı, berraklık hakikatten mi geliyor yoksa hafızandan mı, ikisini kıyaslamıyorsun, aslında hiçbir şeyi eşelemiyorsun. Rose’un eşi Christopher kanserden ölmüş, son günlerinde yaşamı her şeye rağmen sürdürmeyi, çocuk yapmama kararının doğruluğunu tartışmışlar, derinleşmeden kalıyor bu mevzu da. Ölümün, yasın varlığı roman için kuru merhale, kaybın kurguyu bükmediği yerde o dümdüzlük rahatsız ediyor, bir şeyin başka şeyleri iteklediğini, gizlediğini, açığa çıkardığını görmedikten sonra. Şunun ötesi berisi yok mesela, bağlamı kendinden menkul, bodoslamadan: “Belki de saçımı kontrol altına alma şeklimin, darmadağın saçları kendi huysuz ve dengesiz karakterini yansıtan yahut öne çıkaran annem gibi görünmek istemememle bir alakası vardır.” (s. 14) Anneyle aradaki mesafenin bir göstergesi olarak kalacak, kapı aralamayacak. Babası arazi olmuş Rose’un, annesi hayata küsmüş o günden sonra, üstelik çocukluğundan itibaren Rose’u geceleri uyutmayıp hayatındaki bütün yenilgileri anlata anlata kızı da deli gibi bir şey yapmış. Gibi görünüyor, tekrarları ve diğer arızaları buna bağlamak istiyorum ama aşırı yoruma kaçacak. Tarihe uzanalım, Japonlar adayı işgal ettikleri zaman büyükbabayı yaka paça götürmüşler, nine bu yüzden şeker pamuk bir insan olmaktan çıkıp taş gibi bir kadına dönüşmüş, annenin sevgisizliği orada başlamış gibi dursa da babanın sebep olduğu travma en ağır darbe. Rose’un anlattığına göre böyle en azından, değinip geçtiği için emin olmak mümkün değil. Hani acı galerisinde gezdiriyor işte dinleyicisini, yaşamının zorluğundan bahsediyor ama zenginleştirmedikçe o zorluğu, mevzuları çeşitlendirmedikçe ümüğü sıkıyor. Okula geldi o son sabah, derse girdi, öğrencilerine yaşamını anlatmaya başlıyor ve Emir’e getiriyor sözü. Ha, çocukların muazzam konuşmaları, süper soruları bir şaşırtıyor, acaba bu da Rose’un gündüz düşlerinin, hayalciliğinin, spektaküler hayal gücünün ürünleri olabilir mi? Olsun olmasın, aleniliği bozuyor oyunu, açıklığın fazlası zincirlerin şakırtılarını duymamıza yol açıyor. Okur olarak bağlıyız ama iyi metin o sesi duyurmaz, burada kulaklar uğulduyor artık. Rose eşini anlatıyor, öğrencisi Emir’le kuramadığı sağlıklı ilişkiden bahsediyor, öğretmenlik hayatı, hayalleri, bilmem nesi. Absürtlüğe açık, o yaşta çocuklarla konuşmalardan çok ilginç şeyler çıkabilir ama Rose anlatma kabızı olarak sıkıcılığından, yetersizliğinden taviz vermiyor.

İkinci aşamada bu kadının yol açtığı ölüme, Emir’i adım adım intihara götüren sürece odaklanalım, pedagojiden zerre anlamayan bir öğretmenin iyilik namına yaptıklarının neden olduğu trajediyi görelim. Emir sessiz sakin bir öğrenci, vasat, yarış atı olmadığı için diğerleriyle yarışmayacak, über yerlere gelemeyecek ama babadan zengin olduğu için fena da geçmeyecek bir hayat var önünde. Hayatının hatasını yapması için ne gibi bir gerekçesi var, aslında yok, Rose gayet mesafeli bir öğretmen, şiirden sanattan falan bahsediyor arada ama öğrencileriyle yakın ilişkiler kurmuyor. Genel muhabbetler var en fazla, hayatta şöyle olmalı, ilişkilerde böyle olmalı, osuruktan şeyler. Yalnızlıktan olsa gerek, hocasının yanına gidiyor bir gün Emir, anlatması gereken bir şey olduğunu söylüyor. Rose dinlemek istiyor ve hatalar zinciri başlıyor burada: eşcinsel olduğunu söyleyen Emir’e nasıl mukabele edeceğini bilmiyor Rose, ilk kez bir eşcinselle karşılaştığını, ne diyeceğini bilmediğini söylüyor. Olabilir, burada yönlendirmesi gerekiyor Emir’i, okulun psikolojik danışmanına falan ateşlemeli. Danışmanların dallamalıklarına hiç girmiyorum, bu aşamada yapılacaklar belli sadece. Rose çok okuyan biri, eşi Christopher da öyle, hayatta ilk kez bir eşcinselle bire bir konuşmanın verdiği şaşkınlık tamam da bunu “tercih etmemesini” çünkü “toplumun kalemini er geç kıracağını” söylemesi ne oluyor? Çocuk hapse girebilirmiş, ülkede eşcinsel olmak yasadışıymış, neler neler, ilerici ve liberal olmakla övünürmüş Rose da Emir’in cinselliği keşfettiği bir çağda yanlış kararlar almasından korkuyormuş. Emir gayet olgunca, mantıklı cevaplar veriyor ama Rose’un beceriksizliği dillere destan, çocuğun yanında olduğuna dair hiçbir şey hissettirmiyor, tehlikelerden bahsediyor sadece, kafesi iyice küçültüyor. Emir yalnızlığından, korkularından bahsediyor, Rose sorunların çözümü olarak bir toplantı düzenlemeyi teklif ediyor, Emir’in otoriter babasını çağırsa da oturup konuşsalar? Kesin olarak reddediyor Emir, babasının koyu bir Müslüman olduğundan bahsediyor, razı gelmiyor. Rose zorluyor çocuğu, hemen açılmazsa bir daha ne zaman açılabilir? Yok, Emir teşekkür edip uzuyor kadının yanından, bir daha konuşmuyorlar. Burada kalsa Rose’un tökezlemesinin vereceği pek bir zarar yok ama kadın kıra döke yürüyecek, maksadı iyilik. Emir’in babası Yusuf’u arıyor, oğlanın eşcinsel olduğunu, anlayış görmesi gerektiğini söylüyor. “Bay Yusuf’un inatçı zihnine fazlaca ihtiyaç duyduğu bir öz-düşünüm tohumu ekmiş olduğum ve gergin konuşmamızın meyvesini, Emir ve babasının ebeveyn ve çocuk olarak birbirlerine daha iyi bağlanacağı sonraki bir zamanda vereceği konusunda büyük umutlarım vardı. İşte babasıyla böylesine güçlü, sevgi dolu bir ilişki kurduktan sonra, Emir, sarsılmaz bir öz-saygıyla, olgun bir yetişkin olduğunda kendinden emin bir şekilde layık olduğu yere gelecekti.” (s. 101) Aptallık derecesinde bir iyimserlik, beyinsizlik derecesinde bir akıl kıtlığı. Dan diye kapıyor telefonu Yusuf, ertesi gün Emir okulda yok. Olmaz tabii, evde ne yaşandıysa atmış kendini pencereden. Rose ne hissediyor bilmiyoruz, duygularını dile getirmekte de pek başarılı değil, Emir’i orada burada gördüğünü söylemesinden anlaşılıyor ki çok sağlam bir travma edinmiş, belli. Çocukla konuştuğunu Christopher hariç kimselere söylemiyor Rose, her şey olup bittikten sonra Yusuf’a mektup yazarak adamı suçluyor üstüne, tuhaf. Emekli olacağı gün işte, ıvır zıvırının arasında Emir’in oraya nasıl girdiği belli olmayan mektubunu buluyor, çocuk haklı olarak suçluyor öğretmenini. Güvenilmez anlatıcı diyemeyiz Rose’a, katıksız bir optimist deriz, öğretmenlik niteliklerinden pek azını taşıdığını söyleyebiliriz, potansiyeliyle eylemlerinin uyuşmadığını ekleriz, bu kadar. Kurulumu dandik karakter.

Anlatım fakiri bir roman, Alabanda’nın bastığı iyi metinlere aldanıp almamalı.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!