Duarte’nin 700 küsur sayfa tutan notlarının küçücük bir metne dönüşmesini adamın koca koca harflerle yazmasına bağlayabiliriz, eğitimsiz Duarte son günlerini karman çorman yazdığı defteriyle didişerek geçirmiştir de kurmacayla ilgili parlak fikirlerini edebiyatın dinamiklerini sezmesiyle mi açıklarız bilemedim, mesela yazılı edebiyatı sözlü edebiyatın akıl defteriyle desteklenmiş hali olarak görüyor. Taklası tekniği kâğıt üzerinde metni zenginleştiriyor da hikâyesinden başka hiçbir şeye sahip değil Duarte, hapishane müdürü incelikli bir adam olmasa kâğıt da olmayacak ortada, Duarte hikâye anlatmayı iyi biliyor da kâğıdın imkânını, kurmacayı, oyunları nereden biliyor? Bunları Cela söylemiş gerçi önsözde, iddia iptal. Sırf bu da değil gerçi, Duarte’nin sezileri arka arkaya gelince şaşırtıyor, metinde zamanın kullanımı, mekânın anlatıyı genişletmesi, neler. Metne ulaşalım önce, ulaşmak zor çünkü yayıma hazırlanana kadar iki kişinin daha elinden geçmiş Duarte’nin yazdıkları. İlkinin adı olmasa da uğraşı var, temize çektiği kâğıtları 1939’da Almendralejo’da bir eczanede bulmuş, el yazısının kötülüğü -hah- ve sayfaların karışık oluşu nedeniyle uğraşmış durmuş, sansür uygulayarak çok kaba bölümleri çıkarmış. “Söyleniş biçimine varıncaya kadar” sadık kalmış ama, buna da sonda değineceğim, arızalı bir mevzu. Bu kişi Duarte’nin davranışlarını eleştirerek bitiriyor yazısını, ardından Duarte’nin mektubu geliyor, içinde esas metinle birlikte Duarte’nin pişmanlığını yansıtan düşünceleri var. Belleği hiç güçlü değilmiş Duarte’nin, olayların sırasını karıştırırmış, bu yüzden metin karman çormanmış ama gayet kronolojik. Ölümüne beş kala yazmaya başlamış Duarte, hikâyesini bitiremeyeceğinden korkarak yazmış da sonlara doğru Tanrı dinginlik vermiş, günahlarını da bağışlarsa tadından yenmezmiş. Cezasıyla ilgili hiçbir girişimde bulunmamış, yazgısında ne yazılıysa o olacakmış, içgüdüsüne karşı koyacak gücü yokmuş. Rahibin vasiyetine geliyoruz buradan, zaman geriye doğru sarıyor. Yazı masasının gözündeki edebe ve ahlaka aykırı metnin, Duarte’nin metninin yakılmasını istiyor rahip, eğer on sekiz ay boyunca bir şekilde yakılmazsa bulanın istediği gibi kullanabileceğini söylüyor, yıl 1937.
Metnini rahibin anısına ithaf etmiş Duarte, kendisine koşulsuz sevgiyle yaklaşan belki de tek insana son anlarında minnetini dile getirmiş. Devamı sevilmemesinin hikâyesi, baştan sona. Kötü biri olmadığını söylüyor, felek oradan oraya savururken kötü olmak çok kolaymış ama o dayanmış, işlediği suçların sebebi diğer insanlar. Elli beş yıl önce yitik bir köyde doğmuş, zeytin ağaçları ve domuzlarla dolu köyde çeşmenin suyu akmıyormuş bir zamanlar, yoksulluk manzaraları. “Köyün dışında, son evlerden iki yüz adım ötede oturuyordum. Toplumdaki yerim gibi ufak ve tek katlı olan evime giderek ısınmış, kimi zaman onunla övünmeye bile başlamıştım; oysa hemen girişteki, her zaman temiz tutulan, özenle badanalanmış mutfağından başka göz alıcı bir yanı yoktu.” (s. 25) Evde eşi, annesi, babası ve kardeşiyle birlikte yaşıyor Duarte, Tanrı canlarını alana kadar -Tanrı’nın bu konudaki rolü tartışmalı- hep beraberler. Ahırda uyuz bir eşek, pislik kokusunu almadığında ölüm sıkıntısı sarıyor Duarte’yi, evine ve kaderine öylesine sarılmış. Köpeğini seviyor veya sevmiyor, tek kırmalı tüfeğiyle vuruveriyor bir gün. Sıcaktan delirecek neredeyse, öfkeden kuduracak, sakinleşmek için. Yine geçmişe gidiyoruz ve çocukluk anılarına geliyoruz bu kez, baba Esteban yıkanmak bilmez, kaçakçılıktan girip çıkmış bir adam, eşini sürekli dövüyor, bilgisiz olduğu için kadere boyun eğip sakinleşemiyor. Duarte’ye göre annesi de aynı dertten mustarip, üstelik oğlunun başının etini yiye yiye hayatı iyice çekilmez kılıyor. On iki yaşında okulu bırakıyor Duarte, kız kardeşi Rosario doğduğu zaman babasının annesini dövdüğünü, ardından öpüşüp sarıldıklarını ve birlikte uyuduklarını okul bahsini hemen kapatarak anlatıyor. Çevresindeki insanların başına ördüğü çoraplarla uğraşmaya başlıyor o süreçte, Rosario ilk mesele. Zeki kız ama aklı hinliğe çalışıyor bir, on dört yaşındayken evde ne varsa toplayıp kaçıyor, birkaç ay sonra yakalandığı ateşli hastalık yüzünden eve dönüp bir dahaki kaçışına kadar iyileşmeye bakıyor. Bir sonraki durağı Nieves, Madrid’li “Sırık”ın musallat olmasından kısa süre önce yine kaçıyor. Sırık bölüm sonu canavarı: boğa güreşçisi olduğunu söylemiş de yalan mı belli değil, kadınların boğa güreşçilerine düşkünlüklerinden faydalanıp Rosario’yu elde etmiş, hesap sormaya gelen Duarte’ye diklenecek kadar “erkek”. Adamımızın kopardığı ilk kayış Sırık’ın eseri, Duarte’ye erkek olmadığını söyleyen serseri köfteye göre Duarte erkek olsa kardeşi hakkında söylediklerine karşı çıkarmış. Rosario’ya da aynı şeyleri söylüyor, Duarte’nin toplumca ezilmesi kaçınılmaz artık. Sırf o da değil, annesinin doğurduğu son çocuk Mario beterini yaşıyor, kulaklarını domuzlar yiyor ve annesinin sevgilisinden sağlam bir sopa yiyince, yani dehşetin haddi hesabı yok, Duarte’ye odaklanayım. Yaşamını katlanılır kılan papaz don Manuel’in elini öpüyor Duarte, eşine göre son derece kadınsı bir davranış, üstelik papaz Duarte’yi “gübrede yetişen bir gül”e benzetince siniri bozuluyor adamın, şiddete meyli iyice artıyor. Evliliği sayesinde yırtabilirdi, Lola da cozuttuğu için başka bir trajedi ufukta. Mutlulukla ve kavgayla başlıyorlar ilişkilerine, Lola sevgilisinin kardeşi gibi sümsük olmadığını, tam bir erkek olduğunu söylüyor. Tersini söylediği zaman Duarte’nin nasıl çıldırdığını göreceğiz. Her şey çok hızlı gelişiyor, Lola hamile kalıyor, evlilik. Aile biraz olsun huzura kavuşsa da dış mihraklar devreye giriyor, civardaki şenliklerden birinde boynuzlanan bir kocayla ilgili hikâye anlatan adamı silkeliyor Duarte, bıçaklıyor, onurunu kurtarıyor. Kısrak yüzünden Lola düşük yaptığı zaman yine açıyor bıçağı, yirmi darbe. Adamın terminatöre dönüşünü izliyoruz resmen. İkinci çocuğu doğuyor neyse ki, Duarte mutluluğun uzun sürmeyeceğini içten içe biliyor da çok seviyor çocuğu, ölümüyle birlikte girdiği yastan çıkamayacak. Önce Lola deşecek yarasını, Duarte’nin erkek olmadığını söyleyecek, sonra Duarte’nin annesi ve kız kardeşi başlayacak nağmelere. Bıçak kapanmayacak kolay kolay, Duarte hapse girip çıktıktan sonra evine dönünce annesinin sızlanmalarına katlanamayıp kadını katledecek, son defa hapse girecek ve metni yazmaya başlayacak. Kırsalda yaşayan insanların dürtülerine, eğitimsizliğine örnek bir karakter, aşırı gerçekçi olduğu için zamanında çok etkilemiş okurları. Sansürsüz hali bile yeterince zorlayıcı.
Dil konusunda, eh, çevirmen Alev Güçlü’nün filolog arkadaşından yardım aldığına dair bir not var ama Türkçeye yansıdığını sanmıyorum orijinal metindeki dilin. Papazlardan birinin Tanrı’nın “rahman ve rahim” olduğunu söylemesini buna katmıyorum, belli ki hem esas metinde hem de Cela’nın Türkçe baskı için önsözünde belirttiği gibi numaralar çok, göremediğimiz için hiçbir şey diyemiyorum. İspanyolca da bilmiyorum ki kıyaslayayım. Cela’nın yazısından alıntılarla bitireyim: “Ben ne dilbilimciyim, ne de tarihçi, gelgelelim yoksul ve zavallı bir adamın acı yaşamından konuşuyoruz burada, ve bu adam, daha iki adım ötemizde duran bazı koşulların, bir dilin ve bir tarihin ürünüdür: Halk İspanyolcasının ve yarım yüzyıl öncesinin çorak topraklarının ürünü.” (s. 5) Bu yüzden metnin başka hiçbir dilde karşılığının olmayacağını doğrudan söylemiyor da ima ediyor diyebiliriz, Türkçeye tam olarak çevrilememesi normal çünkü İngilizce veya Fransızcaya da çevrilmesi mümkün değilmiş. Bunun yanında romanın geçtiğimiz yüzyılın başında geçirdiği evrimi de ortaya koyuyor Cela: “Birinci Avrupa savaşından beri, her romanın kendine özgü dünyasına girebilmek için, okuyucunun bazen pek ufak bir kazanç karşılığında, belirli ve çoğunlukla oldukça büyük bir çaba harcaması gerekmektedir. Üstelik, girmeye çalıştığı bu kaçıcı dünyada, pusulanın ibresi çoğu zaman kuzeyi değil, yeni ve adsız bir yönü gösterir.” (s. 7) Eh, o kadar da adsız değil ama bu metin de bilinen yönlerin biraz dışını gösteriyor.
Cevap yaz