Adaevinde altı kişi kesişen hayatlarının geldiği yere bakıp iki şey düşünmüşlerdir, iyi ki tamirat konusunda direndiler -bazıları çekinceliydi, ikna oldular- ve iyi ki biraz daha zamanları var, Elif’e hemen veda etmek zorunda değiller. Heybeliada’da Mektep Sokak birkaç yıllığına çok güzel bir dayanışmaya, seviye şahit olmuş görüldüğü kadarıyla, şehre karşıdan bakmanın huzurunu da ekleyince bu metnin ortaya çıkmasını kaçınılmaz kılacak derinlikte bir dostluk ortamı oluşmuş. Çok uzak bir zamanda yaşanmamış Sarısayın’ın anlattıkları, on beş yıl öncesinden on yıl öncesine uzanan cennet mi demeli, demeli, cennet oradaymış, hâlâ oradadır ama buruk, eksik. Ben ne yapıyordum o zamanlar diye düşündüm, acaba Elif’le Bostancı’da karşılaşmış mıyızdır, ada vapurunda denk gelmiş miyizdir, yani elbet tanımıyorum ama metni okuduktan sonra dostumu yitirmişim de yasını tutuyorum gibi hissettim, Elif demem de bundan, karşılaşmış olmayı istemem de. Elif Daldeniz Baysan için değil, Elif’in oğlu Deniz için bu metin, beş yıllık tanışıklığın yazmaya yetmeyeceğini düşünüp kaygılanmış Sarısayın ama Elif’in eşi Serhat Baysan’ın isteğini geri çevirmeyi düşünmemiş. Elif o sırada üniversiteden dostu Nazlı Korkut, adaevi sakinleri Yiğit Bener ve Hüseyin Sarısayın’la Maltepe’den kalkan bir motorda, son yolculuk, tabutun içinde. Bostancı’dan kalkan vapurda Serhat Baysan birdenbire soruyor, Elif’i yazabilir mi? Deniz o sıra çok küçük, annesini hatırlatacak bir metin olsa? Sarısayın araştırmaya başlıyor, akademiden tanıdıklar, zaman içinde dağılan dostlar, dağılmayanlar ellerinde ne varsa gönderiyorlar, anlatıyorlar, çok parçalı bir Elif çıkıyor meydana da homojen, Elif’in içtenliği ve tutarlılığı çok net bir resim çıkarıyor ortaya: İnsanları, işini, yaşamayı seven, uzun boylu, incelikli, yakınlarının dertlerini dinleyen, çözmeye çalışan, kendi dertlerindense hemen hiç bahsetmeyen nadir bir ruh. İki noktada sabrı iyice sınanmış sanki, Okan Üniversitesi’nde çalışırken akademik araştırmalar yerine bürokrasiyle, akademisyenlerin kişisel işleriyle uğraşmaktan yorulduğu zamanları bir arkadaşına yolladığı mesajlarda dile getiriyor, bir de hastalığının son zamanlarında tek başına ağlarken o kadar sıkıntıyı hak edecek ne yaptığını kendi kendine soruyor, acı. Bunun yanında kemoterapi seansları sırasında hâlâ araştırmalarına eğilmesi, yakınlarıyla birlikte çalışmalarını yürütmesi ne kadar dirayetli olduğunu gösteriyor, isyan edip hayatını boşlamıyor son âna kadar. Büyülüdür de hayatı, Hollanda’dan gelen rastgele bir telefonla ömürlük dost edinmenin başka ne açıklaması: Martin van der Hoek yakın bir arkadaşıyla İstanbul’a gelir, gezerken tanıştığı bir adamdan çok etkilenir, ne ki telefonunu istemek aklına gelmez. Arkadaşı zorlayınca adamı bulmak için geri döner ama o kalabalıkta nasıl olacak, kaybeder. Adamın elinde Fransızca bir kitap vardır, entelektüel zevkleri var belli ki, Martin burada kaldığı sürece adamı arar, bulamaz, Hollanda’ya dönünce arkadaşının çıkardığı listeye bakar, üniversitelerden Boğaziçi’nin telefonunu çevirir, arama yurda aktarıldığında ahizeyi Elif alır eline, ne şans! Konuşurlar, Elif hemen yakınlık gösterir ve tarifi hemen ulaşabildiği insanlara yayar. Sonraki görüşmelerinde İstanbul’un yarısını haberdar ettiğini, adamı mutlaka bulacaklarını söyler, Noel zamanı da kart atar Martin’e. Zariflik, Martin çok etkilenir, iletişimi koparmazlar ve İstanbul’da buluşurlar. Nico’yla evlenmiştir Martin, hayatının aşkını aramayı bırakmıştır artık, Elif’le tanışmak onun için en büyük hediyelerden biri olmuştur. Metin bu dostluğun nişanesiyle, Martin’in mesajıyla açılıyor, ölüm haberini aldıktan kısa süre sonra Martin’le Nico’nun gözyaşlarıyla. Cenaze töreninin yapıldığı sıralarda kiliseye gidip pazar ayini boyunca yanacak özel bir mum dikiyorlar, son sözün ölüme ait olmadığına dair sembol. “2013 yılında Noel öncesi İstanbul’a gelip onu mezarında ziyaret ettiğim günlerde İstanbul’un benim için tüm ışıltısını kaybettiğini fark ettim. Şehirdeki devinim her zamanki ritminde devam ediyordu oysa, kimselerin temel olarak neyin değiştiğini anlamasına imkân yoktu. Kimse Elif’in artık orada olmadığının ve şehrin bu yüzden ışıldamadığının farkında değildi.” (s. 24) Hikâyeler başka başka, herkes kendi Elif’ini anlatıyor, Sarısayın’ın yaptığı Deniz’e notlar düşmek. İlk karşılaşmaları 2007’de, Elif’le Yiğit Bener’in kurucularından olduğu İktidarsız‘ın toplantısında. “İnce, uzun bir genç kadın” diyor Sarısayın, kucağında küçücük bir çocuk, yakasındaki “Deniz” rozetiyle. İmgeler birkaç paragraf sonra geliyor: hafif çırpıntılı deniz, rüzgârlardan hafif bir poyraz, taze kekik ferahlığı, Elif’in sayısız parçaları. Öncesini başkalarından öğrenecek Sarısayın, MS’e yakalanan Elif’in çocuk yapmakla ilgili kaygılarını nasıl yendiğini, Deniz’in dünyaya nasıl geldiğini ve uçucu bir yaşamın her evresini.
Bandırma’nın mantısını pek severmiş Elif, memleket hasreti biraz. Babası 1960’larda Almanya’ya işçi olarak gidince -inşaat mühendisliğini kazanmış da makine mühendisliğini istemiş, olmayınca ver elini Almanya- diğer Türklerle birlikte yaşamayı tercih etmemiş, Alman mahallesinde ev tutmuş. Türkiye’ye geldiği bir yaz evlenmesini mi söylemişler artık, neyse, eşini de alıp Almanya’ya geri. Elif doğmuş, Almanca öğrenmiş, Türkçe öğrenmiş, bu iki dilden birinin diğerini geriye ittiği zamanlar olmuş, mesela daha iki yaşındayken mi, memlekete yollanmış ve geniş ailesiyle birlikte yaşamış Elif çocukken, Türkçe öne. Almanya’ya dönüp okumaya devam etmiş, Almanca öne. Okulda başarılıymış, Alman çocuklarla birlikte okumuş, aile Türkiye’ye temelli dönme kararı aldıktan kısa süre sonra 12 Eylül patlayınca biraz daha Almanya, en sonunda tek başına dönmüş Elif, istikamet Boğaziçi. Dilbilim, göstergebilim, en karışık metinleri bile anlaşılabilir hale getirmekte mahirmiş, İstanbul Üniversitesi’nde yüksek lisans ve ardından doktora. Konu değiştirip Behçet Necatigil’in çevirmenliğine odaklanmak istemiş doktorada, Sarısayın ve ablası Selma Necatigil’den belgedir, kitaptır, bilgidir, ne edinebilirse edinmiş ama ömrü vefa etmemiş işte, yarım kalan nadir projelerinden biri. Araya sıkışsın, rüyalarını Almanca görürmüş Elif, hani Özdamar’ın dediği şu dille, dilde yaşama olayı, sokaktan başka dilde haykırışlar gelip doluyorsa mekana, simitçi geçmiyor da dilin yabancılığı geçiyorsa aşina olana kadar yabancılık, sonrasında o dilin dünyasına giriliyor, haliyle Almanca öne.
Üniversite zamanlarından etkilendim ben, ne güzelmiş her şey. Nazlı ve Tuba’yla birlikte ayrılmaz üçlüyü oluşturuyor Elif, birlikte okuyorlar, orta kantinde sütlü çay içiyorlar, Freddie Mercury’nin ölüm haberini alıyorlar orada, Metis dergisinin satıldığı yere çıkan kapısı özel, biricik bir yer. Mezun oluyorlar, iş hayatı başlıyor, Elif ne yapıyorsa güzel yapıyor, akademiye girmeden önce çalışmaya başladığı yerde izini bırakıyor, gerçi her yerde bırakıyor ki adına kolokyum düzenleniyor İstanbul Üniversitesi’nde, tanısak çok severdik sanıyorum. Serhat’la tanışmalarından ayrı bir masal çıkar, ikisi de başkalarıyla beraberken doğru zamanı beklemeden bekliyorlar, Elif bir inadı sürdürerek Özden’le evlense de kısa süre sonra boşanıyor, Serhat sevgilisinden ayrılıyor o dönemde, pek uyuşmayacak gibi dursalar da bırakıyorlar kendilerini, Deniz doğuyor, hastalıkların ortasına gün gibi. Tümör küçülüyor o sıra, büyüyor, tedavi sonuç veriyor, vermiyor, Yiğit Bener yapılacak hiçbir şey kalmadığı zaman Elif’i yormayacağına, başka bir şeyin denenmesine engel olacağına söz veriyor, doktorun son söylediklerinden sonra metin olmaktan başka yapacak bir şey kalmıyor artık. İki hafta, dünyayla vedalaşmak için çok az, Deniz’le, Serhat’la adaevi sakinleriyle, ne varsa onunla.
Dostla böyle vedalaşılır sanıyorum, gerçi Sarısayın dostunu hep yanında tutuyor böylece. Başta Deniz için, sonra Elif’i hiç tanımamış ama metni okuduktan sonra tanımaktan da öteye geçmiş okurlar için.
Cevap yaz