Akbal’ın değişimini takip etmek çok ilginç bir deneyim. Kendisi 1970’lerin sonunda memleketin geldiği halden şikayet ederken 12 Eylül’le birlikte rahatlamış, yazılarına çiçekler böcekler çizmeye başlamıştı. Önce bir iki yamuğu görüp hafiften eleştirdi o dönem, hapse girdikten sonra dümeni kırdı, Evren’e verdiği desteği tamamen geri çekti. Hapis şu akşam girip sabah çıkmalık olandan, yani geceyi hapishanede geçiriyorsunuz, sabahın köründe çıkıp işinize gücünüze gidiyorsunuz, ev hapsi gibi düşünebilirsiniz ama hapishane ev. Değişik bir şey, neyse, cuntacılardan bir halt olmayacağını anlayan Akbal darbeleri kıyaslamaya başlar, 27 Mayıs’ın ülke için on numara beş yıldız bir yol açtığını, o dönemdeki generallerin Atatürkçü, ilim irfan yolunda insanlar olduklarını söyler, oysa 12 Eylül’ün mimarları Atatürkçülük adı altında her türlü gericiliği, antidemokratik eylemi olumlamaktadır. 1987’den başlıyoruz, o dönem neler olmuş bakalım: Başörtülü kızların “hak” aramaları var, Akbal’a göre ille de başörtüsü, yeni adıyla türban takma hakkını edinmek, yoksa okullara gitmemek ne mene bir işmiş, “başlarında örtünün olması yaşamlarına gelecek güzelliklerden daha mı üstünmüş”, çağdaşlıktan ve bilimden bu kadar mı uzak olunurmuş? Kızlar SHP’ye gittikleri zaman MYKY üyeleri inançlarına saygılı olduklarını ama inançlarının ülkeyi yönetmesine razı gelmeyeceklerini söylemişler, ANAP’tan Mehmet Keçeciler’se meselenin er geç çözüleceğini dile getirmiş. Akbal öfkeli, ne demekmiş çözülmesi, ülkenin cumhurbaşkanı devlet dairelerinde belli bir kılığın gerekli olduğunu söyledikten sonra çözülecek ne kalmış ki? “İnsan haklarına aykırıymış başörtüsüne karşı çıkmak! Bu genç kızlar ‘insan hakları’ndan nasıl söz edebiliyorlar ki! Başına örtü örtmüşsün örtmemişsin bunun gerçek anlamda insan haklarıyla ne ilgisi var!” (s. 12) Bu savaş gerçekte Atatürk devrimine, Atatürk’ün kurduğu cumhuriyet devletinin ilkelerine başkaldırış niteliğindeymiş, gerçekte bu genç kızların arkasında başka güçler varmış. Atatürk’ün bir sözünü duruma uygun şekilde yontarak kullanır Akbal, kızların başörtüsü diye tutturmalarını gülünç bulduğunu söyleyerek yazısını noktalar. Yorum yok, tutmuyorum ki elimde kalmasın. Nedir, o dönem Humeynici bir gericilik peydah olmuş ülkede, İran’ın burnunu sokmasıyla bu sorun giderek büyümüş çünkü sol hareketleri bastırmak isteyen cunta, dinî akımlara yol vermiş, hatta Rabıta mıydı neydi, uluslararası bir vakıf bizim imamlara ayda bin papel ateşleyince yine olay çıkmış, Evren’e göre ülkeye döviz bu şekilde girecekse girsinmiş. O sıralar enflasyon uçuk, lira pul olmuş, bankerler mankerler derken halk iyice tokat manyağına dönmüş tabii. Akbal bunları da yazıyor, Evren’i sağlam eleştirdiği gibi ayarı kaçırıp olmayacak laflar da ediyor arada. Nurullah Ataç’tan alıntıladığı yazının bir kısmını paylaşayım: “Kadını gene eskisi gibi sımsıkı kapayacaklar, sonra da gene yarım kişi saymaya başlayacaklar, yarım tanık, mirasta da yarım hak. Sonra ne olacak? Sonra ‘Kadın çalışamaz’ diyecekler. ‘Kadın sokağa çıkmasın’ diyecekler. Pencerelere kafes konmasını isteyecekler.” (s. 28) Bu kapanma bahsinin yerini bir süre sonra seçimler, cumhurbaşkanlığı, ANAP’ın dandikliği ve SHP’nin korkaklığı alıyor da fenalıklar basmıyor artık.
Demirel’i unutmak mümkün değil, merhaba Demirel, “yine geldi şapka”, “başbakan hep Süleyman”, hacıyatmazların mağrur prensi Süleyman Demirel’in siyasi yasağı bittikten sonra yine bir piyasa, şöyle bir ortam araştırması derken görülüyor ki Demirel’in alıcısı var, üstelik öyle az buz da değil. Akbal korkuyor, ülkeyi uçuruma sürükleyenlerin başa tekrar gelmelerinden ödü kopuyor ama biliyor ki yedi yıllık yasak süresince Demirel evinde her gün partililerle buluşmuş, gelecek planları yapmıştır, CHP lideriyse en yakın arkadaşlarına, bakanlarına bile küstüğü için kimseyle konuşmamış, başını uzatıp şöyle bir bakınmamıştır bile, bu yüzden yeni partisiyle göründüğünde Akbal’ın tepkisini de çekecektir, SHP’yi zayıflatmaktadır çünkü. Geleceğim, şimdi biraz Evren’i gömsün Akbal: Rabıta’yı öven cuntacı genel sekreterden sonra 1 Mayıs’ın gomünik olduğunu, başka bir gün bulunabileceğini söyleyen Evren “haksızlık” yapıyormuş, “çatlak ses” falan yokmuş, emeğin kutlanışıymış söz konusu olan. DİSK Davası ile tutuklanan elli iki yöneticiyi “bağımsız” hakimler, mahkemeler tutuklamış Evren’e göre, zort. Bir sendika gökdelen yaptırıyormuş 800 kişilik bir eğitim salonuyla birlikte, o salonda neyin eğitimini yaptıracaklarını çok iyi biliyormuş Evren, gomanizm eğitimi verip milleti gavur edeceklermiş. Ne işmiş Akbal’a göre, ne gılloluk. Son eleştiriler bunlar, 1988’e doğru Özal, Demirel, Ecevit ve İnönü çıkıyor ön plana. “DSP Genel Başkanı” Bakırköy’de bir toplantı tertiplemiş, artık tarih olmuş günlerin umudunu 1988’e taşımaya çalışıyor. Hırçın, kızgın, dargın. Mavi gömlek ve beyaz güvercin, niye? Elinde avcunda hiçbir şey kalmamış, bütün birikimini tüketmiş, üstelik SHP’ye sallıyor. “Ya Ege’deki konuşmaları! SHP ile CIA’in işbirliği ettiği suçlaması! SHP’nin Özal’la aynı çizgide olduğu savı! Olaylar herkesin gözü önünde olup bitiyor.” (s. 54) Soldaki büyük birikimi kırmaya çalışan Ecevit’in ta kendisiymiş oysa, Erdal İnönü’yü gömmek de neymiş! Çok zaman geçmeyecek, Akbal da İnönü’yü pasiflikle suçlayacak, ANAP’ın seçim sistemine uyum sağlayan SHP’yi bir nevi ortaklıkla itham edecek, yani sağcıların iktidar olma yoluna seçimi kazanacakları düşüncesiyle bodoslamadan giren SHP’nin de pek bir demokratlığı, solculuğu yok gibi görünüyor. Eleştiri arası: Tarihteki Türk devletlerinin kaç tane olduğu tartışmalı, tespit edilenlerin kullandıkları bayraklar tartışmalı, öyleyse Kenan Evren’in konuşmaları sırasında arkasına konan bayraklar neyin nesi? Ülkenin kurumları dumura uğradığı için pek kimse araştırmamış mevzuyu, öyle müsamere tadında görüntüler ortaya çıkmış. Çok matrak, otuz beş yılda değişen hiçbir şey yok. Mortal Kombat‘tan fırlamış karakterler cumhurbaşkanının karşılama komitesinde yer alıyor bugün, fatality çekseler şaşmam. Bir parti meclis çoğunluğuyla başkanını cumhurbaşkanı olarak yolluyor tepeye, sağın alternatifi yine sağ bir parti, siyasilere göre çiftçiler yine altın yıllarını yaşıyorlar ama ANAP’lı bir milletvekili utançtan memleketinde rahat rahat gezinemediğini söylüyor. Gerçi imha edilecek kitapların teslim edildiği bir SEKA varmış o zamanlar, bu başka. SHP’nin sağ seçmenden oy alması için sol kanadının tasfiyesi var, güldüm vallahi. Bay Özal’ın hac sırasında görüntülerini iki saat boyunca yayınlayan bir TRT, bu da güzel. Demirel o sırada DYP’yi kurmuş da başına geçmiş çoktan, Özal’ın bu hallerini eleştiriyor, SHP’den ses yok. Var, Bülent Ecevit’e “bu adam”, “ruh hastası” falan demişler, Akbal diyenleri iğneliyor. Hani hafiften bir dönmece mi var diye düşündürmüyor değil. “SHP ana muhalefet partisidir. Ama nedense ‘suskunlar ülkesi’nin bir partisidir o da! Konuşmak isteyenleri sustururlar, sorunların üstüne gidenlere engel olurlar, ‘uslu’ bir muhalefet, sermaye çevrelerine ters düşmeyen bir muhalefet, kördüğümleri fazlaca karıştırmamayı yeğleyen bir muhalefet!..” (s. 112) O muhalefet iki yıl sonra DYP’ye ortak olacak, bir süre sonra da eriyip gidecektir, Akbal’ın o sıralarda yazdıklarını merak ettim ama bulursam okumam sanırım, aşırı tepkisel yaklaşıyor olaylara Akbal. Tezcanlı, heyecanlı, dehşet verici ölçüde yüzeysel değerlendirmelerle doldurmuş yazılarını, ele aldığı konunun arka planını şöyle bir verip geçiyor falan, başka bir kitabını almam herhalde, elimdekiler bitince vedalaşırım.
Son bir alıntıyla bitiriyorum: “Geçen akşam TV’de Galatasaray-Fenerbahçe maçını izledik. Fenerbahçe 3-2 üstün çıktı, Başbakanlık Kupası’nı aldı. Bir de ne görsek, Fenerbahçeli oyuncular armağanları alırken birer birer Özal’ın elini öpüp başlarına koymazlar mı? Yıllardır maç izlerim, maçlarda üstün çıkanlara verilen armağanları alanların resimlerini, filmlerini seyrederiz, başbakanın, bakanın elini öptüğünü görmedim.” (s. 132)
Cevap yaz