Beskinazi’ye nasıl “yazmaması” gerektiğini öğreten Murat Gülsoy’a teşekkür var başta. Kitaptaki öyküler atölye öyküleri, asgari öyküler yani. Bu kısıtı aşabilenleri var, çok değil. Kalanı klasik anlatı, bodoslamadan giriş, kesit, bildik sapmalar, son. Formül bariz, Gülsoy’un atölyesinden çıkan birkaç yazarı okuyunca denklemi çıkarırım, şimdilik öykülere bakalım bir. “Arsa” yirmi yıllık birikime çöken müteahhit terörüyle ilgili, Hilmi Bey dişinden tırnağından artırarak biriktirdiği parayla Sarıyer’in deniz gören yerinden bir arsa almış, eşi Saadet’le birlikte kadeh tokuşturarak kutlama yapmaktadır. Saadet’in “buzun buğusunda kırıldıkça meneviş tutan zümrüt gözleri” bu kadar afili bir taklayı hak ediyordur, şüphem yok da boşluğa düşmek var o taklanın sonunda, ne gerek. Arsa iyi, Bakkal Recep arayana kadar sıkıntı yok, sonrası uzunca bir mücadele. Recep’in dediğine göre birileri gelmiş, arsaya beton meton dökmüşler, Hilmi hemen harekete geçip mülkünü korumaya koşuyor ama arada Recep’in telefon numarasını nereden bulduğunu da takıyor kafaya, emlakçıdan aldığını öğrenince rahatlıyor. Ne gerek bu kadar bahis. Hilmi arsasına çöken müteahhidin tehdidine hiçbir karşılık veremiyor, yaşlı adam. Eskilerden bir arkadaşı çıkıyor piyasaya, karanlık işlere bulaşmış bu adamın yardım teklifini kabul ediyor, bir süre sonra haberlerde inşaatın yandığını, müteahhitle birlikte Recep’in ve iki amelenin de öldürülüp zemine gömüldüğünü öğreniyor. Yallah hapse, arsayı miras bırakacağı oğlanın masraflar için arsayı sakma teklifiyle geldiği gün dönen dümeni anlıyor, mafya arkadaşına avucunu yalamasını söyleyip sözleşmeyi itiyor, tuzağa düşmüyor. Öykü bu, sırf olay örgüsünü vermekten başka bir numarası yok. Yetinecek okur yetinir, asgari öykü benim canımı sıkıyor. Şu alıntı “Karadul” nam öyküden, ilk paragraf: “Soğuğun tokadını çehresine hoyratça savurduğu kış yorgunu güneş, yenilgiyi nihayet kabullendi; kalın, gri bulutların ardında tefekküre daldı. Aynı anda kesilen sert rüzgâra inat, yumuşacık yağmaya başlayan kar, şehrin kirli sokaklarını arşınlayan bıkkın insancıkları iş çıkışı yakaladı, üzerlerini sabırlı bir şefkatle, yavaş yavaş örtmeye koyuldu.” (s. 29) Vallahi israftır. Şukullu betimlemeler şu an iptal edilmeli, kaynaklar çok daha iyi yerlere kaydırılmalı. Gözümde canlandırıyorum, deli saçması bir evren çıkıyor ortaya. Ötesinde berisinde bağlanacak şey de yok, bir sebepten sıkılmış olsa yine kabul, şu haliyle dımdızlak duruyor öyle. Yine öykünün gerisiyle ilgisi yok, kurmacayla gerçekliğin birbirine cortladığı alelade bir hikâyenin faça girişi. “Gölgesiz” üçüncü öykü, aslında kitabın ilk öyküsü olmayı hak ediyor ama böyle bir taktiğe başvurmamışlar, kitaptaki en öyküyü başa almamışlar, iyi. 26 Kasım Pazar sabahı saat 9.00 sularında ekipler gelip Teşvikiye Caddesi civarında yolu kapatıyorlar, levhaları yerleştiriyorlar, hazırlıkları tamamlıyorlar, uğraşıyorlar, didiniyorlar, zaman karşı mı yarışıyorlar, “asırlık çınarın devrilme açısını ve yönünü hesaplayıp alan yarıçapına eşit, yani takribi on beş metre uzunluğunda kırmızı-beyaz, lastik bir uyarı bandı çekiyorlar”, keşke iş güvenliği ve Texas Chainsaw Massacre da yer alsaymış öyküde, ağacı testeresiyle kesecek Ali Osman’a gelene kadar yeterince teferruat verilmiyor sanki, bir eksiklik hissediliyor, yani Yenişehir’de Bir Öğle Vakti‘nde bile böylesi yoktur. Neyse, Ali Osman girişir, keserken o da ne, kırmızı kırmızı lekeler peydah olur, ağaç yıkıldığında Ali Osman iyice tutuşmuştur ama başına bela açmamak için sesini çıkarmaz. Başka bir çizgiye geçiyoruz buradan, kırmızı lekenin müsebbibini görmek için Münevver Hanımefendi’yle tanışmalıyız. Kırk yedi sene Teşvikiye Camii’nin avlusuna bakan eski bir apartmanın üçüncü katında oturan Münevver bir başına kalmış, Sadullah Beyefendi’nin anılarıyla yaşamaktadır. Tabii geçmişe dönüp eski İstanbul’un sokaklarında dolandığı, askıntı olanları tek yumrukla indirdiği, tüm zıtlıklarına rağmen Sadullah’la mutlu mesut yıllar geçirdiği ve ailelerinin orijinallikleri aklına gelecektir, bildiği yerlere dönmekten başka yapacak bir şeyi yoktur çünkü, zihninin unutmaya uğramamış kısımlarıyla geçirir saatlerini. Eşi iyi bir ressam zamanında, ağacın çizimini eşine verdiği zaman birlikteliklerinin sembolünü sanata dökmekten ötürü duyduğu mutluluğa bir de ilişkilerinin anahtarı eklenir, o tablo. Yaşlanmıştır Münevver, etrafında yaşıtı kalmamıştır, ağacın kesileceğine dair uyarıyı gördüğü zaman yalnızlığına daha fazla katlanmak zorunda olmadığını anlar. Komşularından birine göre ağacın kesileceği sabah kefene, gelinliğe benzer beyaz bir elbise giymiş, elindeki tabloyla birlikte sokağa çıkmıştır, ağacın koca oyuğundan içeri süzüldüğü malum. Diğerlerinden daha iyi bir öykü bu, yan hikâyelerle destekli, benzetme ayarı yine kaçıksa da göze batmıyor pek.
“Şah Damarı” seyri itibariyle ilginç, karakterlerin yapısı itibariyle korkunç. Anlatıcımız Antep’in yoksul mahallelerinden çıkıp Ankara’ya giderek üniversite okur, âşık olduğu kız Suriyeli arkadaşıyla birlikte olmaya başlayınca yumruğu patlatıp memleketine döner, başarısızlığını depresyonla süsleyerek yaşamını mahvetmeye başlar. Zamanında umutlar bağlayan anne karalar bağlar bir süre sonra, çocuğunun günden güne erimesini çaresizlikle izler. Neyse ki muazzam bir çıkış yolu bulacaktır anlatıcı, televizyonda ÖSO’yla IŞİD’in çatıştığını görünce gülümser, iki rekat namaz kılıp yallah ÖSO’nun kamplarına. Ahmet’le tanışır orada, attığını vuran ve komandodan daha komando olan Ahmet bir abi gibidir, yeni gelenleri eğitirken anlatıcının aşırı iyi nişancılığından etkilenir. Yani yersek biz de etkileniriz de keleşi ilk kez eline alan birinin üç kez bull çekmesi, bilemiyorum. Anlatıcının televizyonda gördüğünden etkilenip doğrudan ölüm kamplarına katılması, çok sevdiği annesine iki satır yazı bırakmaması, bir tutarsızlık var. Ahmet’in ısrarıyla annesine haber verir neyse ki, sonuçta pek bir şey olmayacak, ölecektir sadece. Ölmez de hıyar, gidip Ahmet’in ölümüne yol açar. Aralarında geçen tırt bir konuşmada aşk acısı yüzünden orada olduğunu söylediği zaman Ahmet buna şamarı indirir, en kötü acının evlat acısı olduğunu söyleyecektir, böylece orada olma nedenini de açıklar. Bizim anlatıcı ne yapar, ilk ciddi çatışmasında karşısındakileri eski sevgilisi ve Suriyeli arkadaşı olarak görür, tetiğe asılamaz, adamlar Ahmet’e sıkarlar. Ahmet öykünün sonunda bir ayet söyler anlatıcıya, ölür. Anlatıcı eski sevgilisine sarılır gibi sarılır ona, son. Hızlı, hızlı olması için fişeklenmiş bir öykü, eh. “Gerçek Şampiyon” ilginç icat öyküsü, her ilginç icadı öyküye çevirmek zorunlu olduğu için öyle. Ünlü yazar Bülent Aysever tıkanır bir gün, hiçbir şey yazamaz. Kazara öldürdüğü hayvanın gördürdüğü kabusla yazar nihayet, rüyalarını yazıp meşhur olmuştur da kabuslarını yazsa ne olur, bilmez. İyi olur, eserleri baskı üzerine baskı yapar, sonra bir hayvanı daha öldürdüğünde daha da iyi olur, yazdıkları dünya çapında tutulur. Ne yapacak, daha fazla öldürüp Nobel’i alacak tabii, planı bu. İyi yazmak için neleri veya -artık- kimleri öldürmesi gerektiğini düşünürken bitiyor öykü. Öldürdükçe daha iyi yazan bir yazar. Meh. “Ada” iyi başlayıp çarkı kötüye kıran öykülerden biri, aslında anlatım teknikleri olsun, karaktere göre dilin değişimi olsun, hoş incelikler var ama o nedir: Sibel ve Demir yıllardır sevgili, Demir’in önceki evliliğinden bir çocuğu var, Sibel’in çocuğu yok. Yapmamaya karar vermişler de Sibel hamile kalıyor, Demir hemen bağlantıyı koparıyor. Yıllar sonrasından bir roman veya öykü denemesi Demir’in hissettiklerini yansıtıyor, Sibel çocuğu aldırmamaya karar verince âşık olduğu adama acı çektirmek için çocuğu göstermeyeceğini, ad olarak adamın babasının adını vereceğini söylüyor. Yıllar geçmeye devam ediyor o sıra, Ada büyüyüp avukat olmuş, Alp doğmuş da eşek kadar adam olmuş, ablasını ziyaret edip kendini tanıtmış, durumu kabullenmeyen ablasına babasının mektubunu vermiş. Buraya kadar tamam, Ada’nın hikâyeye inanmayıp Alp’i kovması da tamam ama Ada’nın ikinci kez baktığı mektubun bembeyaz, boş bir kâğıttan ibaret olması, Ada’nın yardımcısının kimsenin gelmediğini söylemesi ne. Öykünün sonunda verilen malumat bize Alp’in aslında aldırıldığını gösteriyor, hiç var olmamış bir çocuk Source Code hesabı büküyor gerçeği, öf.
Alıcısı vardır, ben bir umut ışığı göremedim.
Cevap yaz