Gırtlağa çökmüş bir havada iki yudum bayat çay içerken dinlediğimiz kahve emmilerinin bir de alıntı patlatmalarıyla kafamızı yağmur mazgalına sokmak isterdik, olurdu bu. Bir ara kahveye takıldık, semtin çocuklarından dayak yeme tehlikesi doğunca ayağımızı kestik kahveden, ben zaten üç beş defa gittiğim için çok koymamıştı ama arkadaşlar üzülmüşlerdi, belki de o enfes vecizeleri özlemekten korkmuşlardı, bilmiyorum. Mutluay’ın emmiye dönüşmediği denemeleri tadından yenmiyor da bir mevzu belirliyor mesela, sonbahar diyelim, gelsin sonbaharla ilgili şiirler, öyküler, insanlar. Her paragrafa bir sıkış, bir hazan, bir hüzün, bitti gitti, yazı tamam. Antoloji gibi deneme adeta, Mutluay’ın özgünlüğünü ara ki bulasın, bul ki tutasın, tut ki buldun, mutlaka iki şiirin arasına sıkışmıştır, çıkaramazsın. Fenalıklar bastırır, bitsin diye yalvarırsın. Bir örnek, “Bayram Sabahları” mesela, arifede yazmış Mutluay, “Başını Vermeyen Şehit”in ilk cümlesini yapıştırıyor hemen: “Yarın arifeydi.” Genelde bu kadarla kalıyor ama Mutluay bir değişiklik yapıp cümlenin ardını da getirmiş, Yahya Kemal bu sözü “şiveye ve sarfa uygun bulmadığı için” eleştirmiş, Ömer Seyfettin de bir metninde “şifahi yazar, şiirsiz şair, esersiz dâhi, ilimsiz âlim” demiş Yahya Kemal’e. Başka, Aziz Nesin’den bir alıntı, Refik Halid Karay’ın anlattığı bayram sabahlarını andıran anılar, Yahya Kemal’den birkaç dize, Tarancı’dan dizeler, kapanış. Dağlarca’nın dediğine göre kitapları olmadan yazamazmış Mutluay, evindeki başucu kitaplarının yazılara katık edildiğini görürüz. Gerçi deli dehşet bir hafızası olduğunu da söyler, kitapları olmasa da döktürür Mutluay, konularını geniş geniş olanlardan seçti mi dize yağdırır, anı döktürür, ayrılıkla ilgili yirmi sayfalık metni fasfos yazıverir. Bu yığmacanın hikâyeleştirilmiş biçimleri dikkate değer ama, “Kolay Ölmek” öyküye de çalıyor. Yetimlikten evi bilmez Mutluay, çocukluğunda ablalarının yanında kalır, bir sabiti bavulu olmalı. Kalem kırıntıları vardır elinde, ağızlıklı kamışlara takarak yazar, her kâğıdı en az iki kez yazabilmek için dikkatle siler, temizler. Öyle yerleşmiştir ki bu, yeni tanıştığı bir yazarın da aynı yöntemle yazdığını öğrenince çok sevinir Mutluay, yıllar sonra tekrar çocuktur. Ablalarından birinin evindeki bolluğu da hatırlar, kömür ateşinde pişen yiyeceklerin tadını unutmamıştır, hatta o mazgallar için ayrı bir deneme döktürdüğü de vardır. Ateşin yalımından huzur, sıcak ekmekten haz. Ablanın kaynatası Kırım türkülerine yaslanarak anlatır göçü, bir tarihte memleketi öyleymiştir, canını kollamıştır da nine artık uca geldiği için türkülerden başka dayanağı yoktur sanki, bu yüzden gelinine de koltuk çıkmıştır, karşılığında “kolayca öldürecektir” gelin. Kolayca öldürülmek. Paklanmak, hamam yakıldıktan sonra. Anahtar şakırtısı, ninenin sandığı, her şeyi orada: lif, sabun, kova, kefenlik, devir hatmi, sadaka. Bir gün o gündür, paklandıktan sonra helallik ister nine, ölüverir. Ardı Hemingway’dir, Jack London’dır, Mutluay neleri okuyup ninenin ölümüne denklediyse. Final: “Ölümün çabuğunu, kestirmesini, kendi elinde bulunan kesin yolunu kullanmayı göze alarak yaşamak ve çarpışmak… Bunu yapanları, yapabilenleri görmek ve düşünmek… Ve bunun her dönemde yenilenen ülküler yolunda yapıldığını bilmek… Yaşamanın her anını yeniden değerlendirmek gereğini duyuruyor insana…” (s. 36)
Yetişir bence, dikkatle okunası denemelere bakayım artık. İkisi bağlantılı, ilkinde yazarın bir mücadeleden, kavgadan sonra yazması gerektiğini söylüyor Mutluay, “Bir Şairin Hayatı”nda görüşlerini örneklendiriyor. Girizgâh: “Edebiyatımızın son yüzyılında birçok kalp imza var. Lâyık olmadıkları yerlere çıkarılmışlar, yapmadıkları şeylerle değerlendirilmişler, kusurlarını bağışlayan bir hoşgörüyle dokunulmaz kılınmış, herhangi bir yola ilk başlamış olmanın şerefiyle taçlandırılarak kazanmadıkları haklara kavuşturulmuşlardır.” (s. 118) Hayat sınavından geçmeyenin süsü püsü dökülür, hemen yıpranır, silinir gider. Çehov ilk eserinden itibaren eleştirilmiş, oyunları ıslıklanmış, alkışlanmış, hayatını sanatına adamış bir yazar olarak parmakla gösterilesidir de Abdülhak Hâmid Tarhan biraz şeydir, tepeden inmiştir. Mutluay’ın görüşleri çok su götürür, Abdülhak Hâmid’in kadınlarla ilişkilerini eşelemesi neredeyse budalalıktır da fikrinin savunusunu sağlam kurar, oraya bakmalı. İki padişaha hekimbaşılık yapmış dedesinin yalısında doğan Hâmid beş yaşında devletten maaş almaya başlar, on üç yaşında elçi babasıyla İran’da takılır. “Sorumsuz bir bencillikle” oynanması mümkün olmayan romantik tiyatro metinleri yazar, Paris’e gittiği zaman evine beş kuruş göndermez de kayınbiraderinden para ister. Londra’ya geçtiği zaman uzunca bir süre rahat edecektir, ülkesi şöyle birkaç kez silkelenip baştan kurulurken konumunu koruyacaktır, yirmi sekiz yıldan fazla bir süre maaşını alıp keyfine bakar. Memlekete döndüğü zaman milletvekili yapılır, İstanbul Belediyesi’nin cukkasıyla Maçka Palas’ta yaşamaya başlar, ölene kadar rahat ferah günler geçirir. “Böyle bir hayatın içinde insan büyük olamaz. Abdülhak Hâmid, şüphesiz yaradılıştan getirdiği bir sanatçılık yeteneğini ucuza kullanıp pahalıya satan kişi olmuştur. Kendisine verilen hiçbir şeyi ödediğine, sahip olduğu olanakları en az değeriyle kullandığına, rahatından, mutluluğundan, bencilliğinden en küçük ölçüde özgeçili davrandığına inanamam.” (s. 123) Bir zamanlar gazeteleri dolduran yazarlar da bu yola saparak edebiyatın beslediği basının ölümüne yol açmışlardır Mutluay’a göre, estetikten sansasyona kayan gazeteciliği niteliksizleştiren patronlar esas suçlulardır ama kalemini satan sanatçıları da unutmamak gerekir. Sanatı sömürü aygıtı haline getiren sermayeye kafadan savaş açmıştır Mutluay, Robinson Crusoe’nun kapitalist dünyanın sembolü olduğunu söyleyen Ian Watts’ı ve Watts’ın ilgili yazısını olumlayan Murat Belge’yi karaktere başka açılardan yaklaşmadıkları için eleştiren Akşit Göktürk’e çıkışır, elbette çalışmanın erdemi de yüceltilmektedir ama erdem yerini patronu daha da zenginleştirmek için üretilmiş bir rızaya dönüşmemiş midir, öyleyse nedir bu tantana, elbette Robinson Crusoe burjuvadır, adada dahi öyledir. Bu arada ne güncelmiş tartışmalar, Murat Belge okumuş da yazı bile yazmış üzerine, Watts’ın metni sıcağı sıcağına gündem maddesi haline gelmiş, çok iyi. James Bond’u da gömüyor Mutluay, bu adamımız her işi süper yaptığı ve ölüm tehlikelerini elinin tersiyle bertaraf ettiği için önünde kimse duramaz, her beladan kurtulur, öğrenilmiş çaresizliğe yol açar adeta. Özet: “Robinson, yeni dünyalara açılan burjuva sömürgecilerinin yenilmez insan örneğiyse, James Bond; burjuvazinin şimdi kıtalar ve uluslararası ilişkilerde kavga veren kapitalist-emperyalist yayılışında görev almış yeni kahramanı.” (s. 156)
“Nâzım’sız Şiir”den bahsedip bitireceğim, Kemal Tahir’in bir mektubunu uzunca alıntılayan Mutluay hemfikirdir Tahir’le, şiir halklar üzerindeki etkisini yitirdiği için Nâzım Hikmet’in şiiri yeterince değerlendirilememiş, aydınlar üzerindeki derin etkisi genç kuşaklarca anlaşılamamış. Kopukluğun sebebini devletin baskı mekanizmalarına bağlıyor Mutluay, özellikle “1940 şairleri” tam da şiirlerinin zenginleşebileceği zamanda, “belki de bilinçaltı bir sakınışla” büyük şairden uzaklaşıyorlar, oysa aradıkları bütün yenilikler o şiirde var. “Kısaca 1940 kuşağının karşı çıktığı bütün yozlaşmış sanatçılık gösterilerini Nâzım şiiri hükme bağlamış, onu yeni değerlerle karşılamıştı. Ne var ki bu halka zorla koparılınca işe daha gerilerden başladı yeni şairlerimiz. Hem de başka alanlardan.” (s. 168) Sonraları şiir yenilenmiş, kapalılığını açmak için kendine el vermiştir ama Nâzım’ı katmadan. Uçların bile yakın noktalara gelebileceğini yakın tarihten örneklerle gösteren Mutluay bahsettiği dışlamaların nedenlerinin araştırılmasını isteyerek bitirir yazısını, şiire yolak olan Nâzım Hikmet’in kıymetini hatırlatır.
Öğrencilerinden bahseder arada, semirmiş eski dostlarını iğneler, Sait Faik’in burjuvalığına dokundurur, kalemini eleştiriden esirgemez Mutluay. Okunmalı.
Cevap yaz