Selahattin Özpalabıyıklar’ın önsözü hoş, üslup tam teçhizatlı, bir şeyi düzeltmek lazım sadece: SÖ’ye göre Refik Halid 70 yıl önce de beton sevdalısı değil, en azından mezarlarda beton kullanılmasını istemiyor. En azı doğru, Bir Denizden Bir Denize‘de “beton mamurluğu”nun öneminde tepiniyor Karay, çimentoyu medeniyetten bir armağan olarak görüyor. Anadolu’dan bahsediyor gerçi, kerpiçten sonra betona sarılmanın memleketi fezaya çıkaracağını düşünüyor da Anadolu’nun İstanbul’da yaşanan faciadan kurtulacağını mı ümit ediyor nedir, bir yanda betona sövüp diğer yanda destek veriyor, tuhaf. Sonuçta İstanbul’un tiyatro binalarına ihtiyacı var, beton şart. Mezarların etrafında beton olmaması mantıklı, her ölü hapsolmak istemiyor. Tepebaşı’nda betonun işi yok, bir köprücük yaptırmayan padişahların mezarları betonla dolsun. Yerine ve zamanına göre betoncu Karay, o kitaptaki yazılarından birinde Portekiz’in ihtişamlı yapılarını görüp aşka da geliyordu, tamam o zaman, Salazar’ın hangi meşrepten olduğu fark etmez, biri elini masaya vursun da imar hareketlerini başlatsın, hızlandırsın, sürdürsün, her neyse. Tiyatroya ihtiyaç var dedik, sinema salonları da yapılmalı çünkü bunlar ahşaptan, dökülüyor, bir de yandı mı kül oldu gitti. 70 yılda değişmeyen bir şeyi söyleyeyim ben, geçen sene çatıya bakması için adam çağırdık okula. Çıkıp baktı, indiğinde bir parça tahtayı ufaladı iki parmağıyla, çatının komple değişmesi gerektiğini anlattı. Yapıp yapamayacağını sordum, verilen kaynakla yapamayacağını söyledi, bu durumda ne yapabileceğimi sordum, “Yakın çatıyı hocam, benim evin karşısındaki okulun çatısı öyle yenilendi,” dedi. Yakmadım. Evet, genel konulara bakalım, Karay’ın değindiklerine: Münekkitler öyle münekkitlik yaparlar, eserin değerini zaman belirleyecektir. Zenginlerimiz kendilerine zengindir, hamilikten çakmazlar, sanatçıyı korumazlar, oysa Frenk memleketlerinde öyle değildir, sofralara davet edilenler ortamı numunelikleriyle varsıllaştırırlar. Bu sözcüğü kullanmak için çok kısa zaman bekledim, isteklerimize küt diye ulaşabiliyoruz bazı. Operacılarımızın bazıları minarede ezan okuduklarını anlatmışlar, Karay’a göre iki kültürün kaynaştığını gösteren daha iyi bir emare yok. Devletin merkezi Ankara’ya taşınınca İstanbul’un gözden düşeceği düşünülmüş ki bir dönem için doğru, ziyarete gelen bir ecnebi profesör öyle olmadığını, İstanbul’da da gayet kıymetli yapıların dikildiğini söylemiş, Karay da gurur duyuyor bununla fakat eksikler bir türlü giderilemediği için çoğu yazısında yapılacaklardan bahsediyor. Galeri yok bir kere, sergi ve spor sarayı lazım, Kadıköyü’nde kurulan devasa halkevi güzel, Beyoğlu tarafı boş kalmış. Eminönü Halkevi çok dar, Galatasaray Lisesi tatile girince salonlarında üç beş sergi açılabiliyor işte, o kadar.
“Geleneksel Sanatlar”dan potpuri: Yazı tipi arıza çıkarmış bir dönem, Comic Sans MS falan kullandılar herhalde. Standart lazımmış, devletin her kurumu o standarda uymalıymış. Türk halısını modaya, Frenkvarî üsluba, kübik gudikliğe uydurmaya çalışmışlar, olmamış, yapmasınlarmış öyle. Minyatür sergileri iyiymiş de kadınlar neymiş yahu, Karay’ın kadın düşmanlığı bu kitaptaki yazılarda da pörtlüyor bazen: “Başımı çevirdim ve yüzüne baktım: Eyvah! O kıpkızıl dudaklar, turuncu yanaklar, mor göz kapakları, mısır püskülü saçlarla bu çehre, hele türbe eriği tırnaklarla bana uzanan el, minyatürdeki renk kibarlığından sonra bir felâketti.” (s. 62) Sinema bahsinde de benzer çıkışlar var, o dönemlerin gazete ve dergilerinde sırıtan kadınlar, kadınların beline dolanan erkekler neymiş, Türk kadını film izleyip her gördüğünü tecrübe etmek istediği için acayip acayip hallere giriyormuş. Sinemadan devam madem, bir filmden bahsediyor Karay, esas oğlan esas kızla evlenmek istiyormuş ama iki hemşiresinden biri arıza çıkarıyormuş, adam muarızı zehirleyip öldürmek istemiş de kaza olmuş, diğeri ölmüş, esas ölmesi gereken de yargılanıp idam edilmiş, esas oğlanla esas kız mutlu mesut yaşamışlar sonra. Filmin orijinali böyle değilmiş, aslında o kardeşler ölmemişler de filmin sonunda ortaya çıkıyorlarmış, yetkili abi kesmiş o sahneleri. Karay’ın itirazı kısmen makul, filmi paşa keyfe göre sansürlememek gerektiğini söylüyor ama gerekçesi öyle birilerinin hayatını kararttıktan sonra mutlu mesut yaşanmazmış, neredeymiş adalet, hak hukuk, bunların gösterilmesi lazımmış. Yani filmin tam halinde esas oğlan yine bir haltlar yiyip dertlerinden kurtulsa karşı çıkacak Karay, gençlerimizin zihinlerinin çöple dolduğundan bahsedecek. Valla en basit haliyle yaşamdır bu, üfürükten inançları çıkardığımız zaman kaskat gerçekten başka bir şey kalmıyor geride: Bir şey yaparsın, bir şey daha yaparsın, muhtelif erkin önüne çıkmazsan başka şeyler de yaparsın ve nihayetinde ölürsün. Bu. Twitter’da da gördüm geçen, insanın vicdan mahkemesinde kendisini yargılamasından daha ağır bir ceza olmayacağını söylemişler. Bayılıyorlar böyle dandik avuntulara, ilginç. Başka neymiş, Türklerin yaptığı oyuncak bebekleri yabancılar pek sevmiş, firmalar bebekleri üreten şirketlerle iletişime geçmeye çalışmışlar da yokmuş öyle şirketler, olmalıymış. Kitaplara geldik, artık mazrufa değil de zarfa bakıldığı için vitrinler gözleri kör eden renklerle dolmuş, kitap kapakları “gözlere öğürtü veren” desenlerle bezenmiş, Karay şikayetçi. Uyduruk imalden de şikayetçi, kâğıtları kesmesi zormuş, formalar hemen dağılıyormuş, eskinin sağlam kitapları kalmamış ortalıkta. Sigara paketlerinin üzerindeki resimler ayrı faciaymış, savaş döneminde kusursuz iş beklenmiyormuş ama en azından gözü kanatmayacak desenler lazımmış. “Biz, gittikçe, zariflik, basitlik, kibarlık beklerken mütemadiyen çirkine ve iptidaîye doğru iniyoruz.” (s. 89) Akademideki resim şubesine bir taş: Sırf modern teknikleri öğretmekle olmaz o iş, geleneksele de bakmalı, karma tekniğe zaten bakmalı, ayrıca son sınıftaki öğrencilerin tamamını bırakmak nedir, sanata onca sene emek vermiş genç ressamlar desteklenmeli. Picasso’yu delilikle suçluyor bir yerde Karay, büyük ressamı hiç sevmiyor, sevmemesini de bence temellendirmiyor ama tamam. Gerçi Karay’ın bir yerde Ataç’ı yerdiği biçimde Ataç da Karay’ı yerebilirmiş, şöyle olurdu: “Karay nasıl beğenmez tüm dünyanın saygıyla andığı, yeni eserlerini heyecanla beklediği bir ressamı, buna sanat bilmezlik derler Bay Karay.”
Mimari ve şehircilikle ilgili bir dünya eleştiri var, belediyenin ve merkezî kurumların başını sık sık ağrıtıyor yazar, eksik gördüğü noktaları es geçmeden kakıyor. Gücünün farkında, hemen cevap aldığı zaman okurunu bilgilendirerek vaziyetin ne biçim alacağını beyan ediyor. Gerçekten her yazdığı takip edilen biri Karay, Menderes’in mebusluk teklif etmesine şaşmamalı. Müzikle alakalı bölümlerde orkestralar, caz, operet, dönemin sorunları. Davulu ve zurnayı daha çok duymak istediğini söylüyor yazar, elit kültürün biraz geri durmasını üstü kapalı olarak tavsiye ediyor, ölümünden aşağı yukarı on yıl sonra patlayacak arabesk dalgasını ve Nurdan Gürbilek’in değindiği kültürel değişimi çok önceden haber veriyor aslında. Ut ve tamburu yerin dibine soktuğu bölümlerde çok eğlendim, böyle bir iğrenme olamaz. Kemençe ve tulum için şiddetle düşündüklerimin dengini görünce bir keyiflendim, Karay’a yakınlaşıp hemen uzaklaştım, sakat düşünceleri var. Başka mevzu bu, türkülerin ortadan kaybolması esas. Eskiden destancılar dolaşır, yeni havadisleri halkla paylaşır, bir de üzerine son moda türkülerden patlatırmış, böylece âlemden haberdar olurmuş insanlar, bu gelenek bitmiş artık, yas tutuyor yazar. Caz var artık, acayip danslar var, eskinin görkemli operetleri bile kalkmış piyasadan. Neşeli halk türküleri zaten yok, bir de radyodaki uzun peşrevler, taksimler candan bezdiriyormuş, Karay dinlemek istediğini radyoda tam olarak çaldırmış olabilir. Kudretli kalem.
Cevap yaz