“Ben de İsterem”: Vitrinde Yaşamak‘ı Gencebay’la kapatan Gürbilek kaldığı yerden devam ediyor. 70’ler boyunca aynı şarkıları söyleyen Gencebay kadınların vefasız ve erişilmez olduğunu, erkeğinse onurunu koruduğunu anlattı. Girne’ye giden otobüslerde çalan şarkılardan iyi bilirim, çarşı izinlerine çıktığımızda Gencebay’ın “doğru düzgün yaşayalım, birbirimize insan gibi davranalım, kaba kaba şeyler yapmayalım ey kadınlar” tarzı sözlerini biraz hayretle dinlerdim, aşırı açıktı her şey. Gürbilek’in fikrince 70’lerin mahremiyetini delen bir açıklık: “arzunun uluorta dile getirilişi, kendini dilenciye ya da idam mahkûmuna benzeten bu acıyla yıkılmış erkek figürü” yakışıksızdı, arzuyla doyum arasındaki gerilimden alınan hazzın “namertten bir yudum çare” bile almamakla beslendiğini gösteriyordu. Dipnot düşülmüş buraya, Mehmet Harmancı bir makalesinde Gencebay’ın şarkılarında dinsel kavramlara yer vermesi sebebiyle de tutulduğunu söylemiş. Gürbilek’e göre bu kısmen doğru, Cumhuriyet dönemi dayatmalarının çözüldüğü dönemi düşününce göz ardı edilemez bir fikir ama dinsel söylem şehir müziği bağlamında modern bir tavra dönüşmüş, sırf bir dinî çıkarıma indirgenemeyecek olgu. Gencebay sokağın diliydi ve edepliydi, modernleşmenin sancılarını haz kaynağına çevirebilmişti, 80’lerden sonraysa şarkıları ve filmleri tutmamaya başladı çünkü “modern Mecnun” imajı toplumun ruhsal ihtiyaçlarına cevap veremeyecek kadar hantaldı. Bastırılmış olanın pörtlediği zamanlarda Emine’ye dolanmak, memelerin tombulluğu, yanakların elmalığı ve dudakların kirazlığı vardı artık, dünyanın batmasına gerek kalmamıştı çünkü arzunun dinamiği değişmiş, bir an önce doyurulabilecek hale gelmişti. Patlat bir İbo o zaman, Gürbilek iki sanatçının şarkılarındaki söylemi kıyaslıyor, seks filmleri furyasının başlangıcını ve gelişimini bu kültürel değişimin çeperinde ele alıyor, ardından Freud’un “adalet ve özgürlük” dikotomisinden uygarlıkla bireyin çatışmasını irdeliyor. Şöyle özetlenebilir: “Türkiye’nin yakın tarihinde kısa sayılabilecek bir süre içinde, merkezinde adaletin durduğu bir talepler toplamından, merkezinde özgürlüğün durduğu bir talepler toplamına geçildi.” (s. 24) Farklı kuşakların ideolojik tercihi değil bu, kültürün farklı huzursuzluklarının yönlendirilmesi, toplumsal buyruğa dönüştürülmesi.
“Yabancının Ölümü”: Feri Cansel’in kurşunlanarak öldürülmesinden sonra morgda çekilmiş fotoğrafı, gazetelerde yer almaya başlayacak ölüm sahnelerinin ilki. 1980’lerde infazlar ve eziyet dile getirilemeyince öfkeyle yas bu biçimde ortaya çıktı sanki, kamusal dil ölümü tamamen dışsal bir travmaya, pornografik bir gösteriye çevirdi, cinsellik pornografisinin yanına koydu. Philippe Ariès’in Batılının Ölüm Karşısındaki Tavırları nam metninden destek: Ölüm 18. yüzyılın sonuna kadar tanıdık, ölüme yaklaşanın kaderini düşünerek göğüslediği, kamusal törene dönüşen bir olgu, yeni yüzyılla birlikte şehirlerde bir başkasının ölümü önem kazanıyor, ölüm romantikleştiriliyor, milliyetçiliğin yükselişiyle birlikte yüceltiliyor ve duygusallaştırılıyor. Ölme biçimi bile değişiyor, pek az insan yatağında ölüyor artık, son nefes genellikle hastanelerde veriliyor. Gürbilek bu hikâyenin Türkiye’ye ne ölçüde uyduğunu düşünüyor, ölümün gösteriye çevrilmesinde öncelikle bir tehdit ve sindirme havası var, kıyımla karşılaşan birey apolitikleşiyor, dayanışmadan uzaklaşıyor ve ölümler karşısında güvenli bir konumda durmayı tercih ediyor, haliyle basın organlarında hep bir başkasının, bir yabancının ölümüyle karşılaşıyor. İdeoloji farkı bir kardeşin ölmeyi hak ettiğini bile düşündürebilir ki araya giren uzaklık zaten aile bağlarını, şefkati, sevilenlerin başına bir iş gelmesinden duyulan korkuyu ortadan kaldırmıştır, bunun yanında doğal ölümlerle cinayetler tek bir potada eritilerek dehşet aynılaştırılır. “Bütün bu vahşi görüntüler kaçınılmaz son olan ölümü sıradışı bir dehşet olarak hayatımızın dışına atmakla kalmaz, aynı zamanda kaçınılabilir bir şey olan toplumsal dehşeti de sıradan, öyleyse kayıtsız kalabileceğimiz bir şeye dönüştürür.” (s. 33) Geoffrey Gorer’ın “Ölümün Pornografisi” adlı yazısını araya katar Gürbilek, ölümün utanç duyulacak bir şey, yasınsa bir zaaf haline geldiğini aktarır, Gorer’a göre geçtiğimiz yüzyılda ölümle cinsellik yer değiştirmiştir, böylece televizyonlarda infaz sahnelerinin yer almasının önü açılmıştır. Nedir, ölüm hem değersizleştirilir hem de tahammül edilemez hale getirilir, ölüm bir an önce kurtulunması gereken bir beladır adeta. Korkunç sahneler hep fakir ülkelerden derlenir, üçüncü sayfa haberleri yoksulluktan çıkarılır, böylece kapitalizmin öcüsü sesini yükseltecek bir alan daha bulur: “Her an bunlar gibi olabilirsiniz, çalışın itler.” Hartmut Rosa da Dünyanın Kontrol Edilemezliği‘nde söylüyordu, modernizm daha çok çalışmamızı, hızlanmamızı isterken daha fazlasını vermeyi müjdelemektense elimizdekileri kaybetmenin korkusunu iteliyor.
“Acıların Çocuğu”: Ağlayan çocuk resimlerinin en meşhuru hangisi, ömrü bu yıl yarıladığım için -bence çoktan yarılandı ama neyse- yaşım bilmeye yetiyor, çocukken evimizin salonunda asılıydı. Murat Belge o resmin o kadar popüler olmasının nedenini Türk toplumunun çocuklarına karşı suçlu bir toplum olmasına bağlamış, Gürbilek mağduriyeti öne sürüyor ve sonraki denemelerinde sıklıkla yer vereceği çocukluk izleğini başlatıyor. Kemalettin Tuğcu’nun çocuk karakterleri ve Ayşecik, Sezercik, Ömercik gibi tıfıllar türlü eziyetten sonra çıkış yolunu buluyorlar, hoyrat dünyaya direnip yırtıyorlar, aslında modern Batı karşısında kendi çocuk kalmışlığımızın ve millî, Doğulu gururumuz sayesinde yıkılmamamızın temsilleri. “Yalnız 80’lerin ortalarında Türkiye’nin kendi Doğulu yüzünü, kendi taşrasını, şehirlerde biriken Kürtleri, ama aynı zamanda onların yazgısının alınıp satılabilir bir şey olduğunu keşfetmesiyle birlikte, kalıbın içine yeni bir içerik sızmaya başladı. Kederli çocuk daha kara, daha esmer, nihayet daha delikanlı bir çehreye kavuştu.” (s. 43) Ülkenin politik atmosferi gerçek bir babanın yokluğundansa adil bir babanın yokluğunu yaşatıyordu, bu çocuklar temsilden kurtuldukça tehdit haline geldiler ve üçüncü sayfalara taşındılar. Taşranın gerçeği, yoksulluğu kentlere akın etmeden önce “acıların çocuğu” onca öfkeyi, hıncı masum bir imgeye çeviriyordu, sona erdi. Gürbilek yine Ariès’ten örnek veriyor da ben Colin Heywood’a başvuracağım, çocuğun zaman içindeki evrimini pek iyi anlatır. Sanayi Devrimi’ne kadar çocuk küçük insan olarak görülür, hatta fabrikalar örümcek ağı gibi yayılırken bir süre küçük işçi olarak kullanılır, mesela yetişkin kıyafetleri giydirilir çocuğa, yetişkin gibi muamele edilir. Ne zaman uzmanlaşma gerekir, çocuğun iş hayatına atılması gecikmeye başlar, Gürbilek’in değindiği gibi modern toplumda çocuk başından itibaren kitlenin gizli metaforu olarak görülür de sokacağı çomaktan korkulur. Sınıfsal korkuları harekete geçirmek için çocuk iyi bir malzemeye dönüşür sonra, “yoksul çocukla ilgili millî-romantik hikâye burada çöker”. Çocuğun ağlaması biraz da ürkünç müdür acaba, bir gün intikam alacağını mı imler nedir, Batı’nın korkusu da bizimki gibi çocuk kalmış milletlerin intikam hırsıyla dolu olmalarından belki.
Gürbilek’in diğer yazıları edebiyatımızın müstesna metinleri üzerinden çocukluğun, kültürel ikiliğin doğurduğu gerginliğin tahlili. Oğuz Atay’ın “kötü çocuk” karakterinin izlerini “Azgelişmiş Babalar” yazısında buluyoruz, Batılı idealler karşısında ne yapılırsa yapılsın geriye düşülen bir modernliğin yanında öze, millete, geleneğe dönmenin yavanlığı için altlık sağlanır bu metinde, ardından Tanpınar’ın kötü çocuğu, metne oturmamış karakteri Suad ele alınır, Avrupa’daki kötü çocukların nasıl doğduklarından bahsedilir ki Dostoyevski’nin çocuklarının Tanpınar’da vücut bulduğu kanıtlarıyla gösterilir, Tanpınar bile Suad’ın bayat fikirlerinin klişeye kaçtığını metninde yer vermiştir ama metni kurtaran da budur belki, karakter atalarının parçalarından oluştuğunun ne kadar farkındaysa çıkış yolunu -ironiye başvurarak- o kadar kolay gösterebilir. Yolda yürüyemez belki, yine de çocukluğun sonunun nerede başladığını gösterebilir: Batı’nın karşısında ezilmenin ve Doğu vasıtasıyla çıkış yolu bulmanın kötü bir ikilik oluşturduğunu anlamak önemlidir bu konuda.
Bazı denklemlerinin falsolu olduğunu dile getiriyor Gürbilek, mevzuları uyuştururken zorladığını biliyor, Batı’nın toplumsal bağlamından türemiş kavramları Doğu’ya uygulamanın arızalara yol açabileceğini -kendisi de ilk yazılarda bu yönteme başvurmasına rağmen- söylüyor ki Edebiyat ve Sosyoloji‘de M. Kayahan Özgül’ün çokça şikayet ettiği bir mesele bu. Sonuçta öz değerlendirme iyi, Gürbilek’in yazıları pek iyi.
Cevap yaz