Atatürk sofradakilere hoş bir şey okuyacağını söyleyip bir cep dergisi çıkarmış ortaya, “Deli” adlı öyküyü okuduktan sonra gülmüş ve İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’ya dönüp Refik Halid’in memlekete dönmesi için gerekli çalışmaların yapılmasını rica etmiş. “Yazık oldu” diyor, Atatürk, Kemal Sülker’in anılarında Refik Halid’in hatasını kabul ettiğini görüyoruz, bir noktadan sonra fikirlerini değiştirip yeni rejimi ta Halep’ten övmeye başlıyor ve Hatay’ın Türkiye’ye ilhakı için elinden geleni yapıyor. Halide Edip Adıvar da yanıldığını itiraf ediyor Vedat Günyol’a, metinlerinin değişimi şuradan izlenebilir. Kısacası yanılmak, hatayı fark etmek ve fikir değiştirmek normaldir lakin af hemen çıkmayabilir, Refik Halid’in ikinci sürgünlüğü yaklaşık on sekiz yıl boyunca çok sevdiği, âşığı olduğu, daha da nasıl anlatmalı, ölüp bittiği İstanbul’dan ayrı kalmasına neden olmuş. Refik Halid’in metinlerini derleyip toplayan Tuncay Birkan’ın “Sunuş” kısmında değindikleri bu açıdan çok önemli, azıcık çalayım: Refik Halid’in sürgün sonrası birlikte çalışacağı Naci Sadullah röportaj yapacak birini arar, vatana dönmesine az kala Refik Halid’in Halep’teki hallerini anlatan bir “zat” bulur. Adını vermek istemeyen bu kişi Refik Halid’e belki bin tane fotoğraf gönderip İstanbul’la Ankara’yı gurbete taşımıştır ama arkadaşını doyuramamıştır, akla hayale gelmedik yerlerin fotoğraflarını ister Refik Halid. Son mektubunda İstanbul’un neresinde oturacağını bir türlü kararlaştıramadığını dahi söyler, nerede otursa başka yerlerde gözü gönlü kalacaktır. Birkan’ın düştüğü dipnota göre önce Yeşilköy’deki aile evinde, sonra Bomonti’de ve 1950’lerde Levent’teki Gazeteciler Sitesi’ndeki evine taşınana kadar pek çok yerde kalmış Refik Halid, gönlünce gezdiğini söyleyebiliriz. Yazılarından anlaşılıyor, İstanbul’da değinmediği yer yok gibi, tabii genellikle övülecek veya yerilecek yapıları, toplu taşıma araçlarını ele aldığı için güzel memleketini hakkıyla övmediği düşünülebilir ama onca yıldan sonra isterse sövgünün içine soksun, bir yerden mutlaka manzara, anı, güzellik çıkarır. Lütfi Kırdar’ın önayak olduğu yeniliklerden iftiharla bahseder, yeri gelince eleştirdiği de olur arkadaşını, o kadar güç bulur Refik Halid. Elinin temkinini fark etmemek mümkün değildir, Birkan’a göre Nâzım Hikmet gibi yazarlarla birlikte belediyecilikten, şehrin maruz kaldığı çirkinliklerden veya güzelliklerden başka bahis konusu tehlikelidir, hele devleti eleştirmek büyük risktir, zaten onca yıl sürgünde yaşamış biri için göze alınacak gibi değildir. Kendi de anlatır, Refik Halid’i bir gün emniyete götürürler, “sakıncalı” bir yazı yazacağına dair istihbarat gelmiştir de sorarlar, yazacak mıdır gerçekten? İçişleri Bakanlığı’na altı ayda bir rapor gönderilmesi de cabası, eski sürgünün yazdıkları çizdikleri yakından takip edilmektedir. Edebiyatı Öldüren Rejim‘de üçüncü bir sürgünü kaldıramayacağına dair sözleri var, kirpiliği bırakıp durulduğunu söyleyebiliriz, en azından kodamanların ayaklarına basmıyor artık. Nazı geçeceklerinin dışındakilere bulaşmıyor en azından, zaten İstanbul’un aksaklıkları o kadar çok ki bir yerden tutsa üç mevzu birden buluyor, yazdıkça yazıyor. Cumhuriyet’in ilanından sonra bütçeden İstanbul’a ayrılan pay pek yüksek değil, yatırımlar Ankara’ya yığıldığı için İstanbul rejimin hışmına uğramış denebilir, mesela buraya da pek dokunmadan makarayı geri sarıyor Refik Halid, II. Abdülhamid’in zamanında başlayan arızaların tarihçesini veriyor. Kurbağalıdere’yle ilgili yazıları aşırı keyifli mesela, 1800’lerin sonundan 1940’lara kadar çıkmış bütün haberleri arka arkaya sıralıyor, dilin kademe kademe değiştiğini görüyoruz da o kokuyu giderecek adımların bir türlü atılmaması sinirimizi bozuyor. Benim bozdu açıkçası, çocukluğumdan beri o kokuyu bilirim, Bostancı’daki derenin kokusunu da bilirim, aynıdır. Yüz elli yıl geçti aşağı yukarı, Kurbağalıdere şimdilerde toparlamış gibi görünüyor, Bostancı’dakiyse kurudu gitti. Üzerinde tarihî bir köprü var, onun için de bir yazı kaleme almış Refik Halid, Osmanlı zamanında yapılan o köprünün kaç yüzyıldır ayakta durduğundan, tadilat görmesi gerektiğinden bahsediyor. Şimdilerde Marmaray’a bitişik bir vaziyette o köprü, birkaç yıldır araç trafiğine kapalı, daha dün geçtim. Neyse, Menderes’i de yer yer övüyor yazarımız, Birkan’a göre bir öngörememe vakası, İstanbul’a başbakanlık düzeyinde gösterilen ilginin ilk coşkusu, Ankara’yı kıskanmanın etkisi. Refik Halid bir iki yazısında ucundan iğneler Ankara’yı, mesela Ankara’dan gelen kadınların gevezeliklerini -bence- abartır, başkenti renksiz bulur, bir dünya laf.
O kadar çok mevzudan bahsediyor ki hepsini anmak zor, tekrar tekrar ele aldıklarına bakayım. Refik Halid’e göre Boğaziçi’ne gereken özen gösterilmemiştir, örneğin edebiyatçılarımız bu güzelliği metinlerine katık etmişlerdir de bir kıyıcığında yaşamamışlardır. Sakinlerse yavaş yavaş Marmara’ya kaymışlardır, haksız yere terk etmişlerdir sevgililerini sanki. Kadıköy-Pendik arasında irili ufaklı köşkler yazlık olmaktan çıkmıştır artık, kışlık da olmuştur, aslında bu durum Şaşkın Bakkal’ın neden o kadar da şaşkın olmadığını gösterir niteliktedir. Adama vizyoner dense yeridir, mekanın nüfusu yıldan yıla artar, Suadiye ve Erenköy gibi denize girilen yerler senenin tamamında yaşanan yerler haline gelir. Yazara göre, eh, bir nevi ihanettir bu, hani rutubet o kadar da fena bir şey değildir aslında, sırf bu yüzden Boğaziçi’ni terk ettiğini söyleyenlere çıkışır. Bu suç biraz da Bay Hügnen’indir, bu bay, demiryolunu işleten kurumun müdürü olarak tramvayları ve trenleri iyi etmiştir, evi Bostancı’da olduğu için o hatta gözü gibi bakmıştır denebilir. Aslında demiryolu yukarıdan, Kayışdağı’na doğru gidecekmiş de iktidar el değiştirince İttihat ve Terakki rafa kaldırmış bu projeyi, II. Abdülhamid’den geriye bir şey kalmasın. İyi midir kötü müdür, valla sahil boyunca bir demiryolu, rüya gibi. Memleketimden İnsan Manzaraları yine yazılırdı da istasyonlar değişirdi, deniz havası gelmezdi bir de.
Refik Halid’in kesinlikle karşı olduğu iki şey var, ilki tramvay, ikincisi köprü. Otobüsler çok daha hızlı ve ucuzken tramvaylar bozuluyor, elektrik gidince duruyor, sıkış tepiş ve sıcak, haliyle elden geçmedikçe rezil. Kadıköy-Bostancı arasında da tramvay işliyormuş bir zamanlar, o kadar kötü yerleştirilmiş ki insanlar demiryoluyla karayolu arasında top gibi sekip kazaya sebep oluyorlarmış, hayatlarını kaybediyorlarmış, o zaman bu tramvayları yekten kaldırmak lazımmış. Köprüyse büyük dert, bir kere Boğaz’ın cennet manzarasını mahvedermiş, koca koca metal yığınları yerine aşağıdan tüplerle geçilmeliymiş karşı yakaya. Nedir, kitaptaki ilk yazıyla son yazı arasında aşağı yukarı on beş yıl var, sonlara doğru köprü konusunda yumuşamışa benziyor Refik Halid, belli ki inşa haberleri çıkmış da destekler görünüyor köprüyü. Beyoğlu’ndaki reklam ve sinema terörü ayrı bir feryadın sebebidir, yazar her yeri kaplayan film afişlerinden illallah eder, kalitesiz filmler afişlerle caddeyi de ele geçirmiştir. İç çamaşırı reklamları ve vitrinler, intizamsızlık diyeyim, başka bir can sıkıntısıdır. Refik Halid tipik bir muhafazakâr olmasa da bazı şeylerin uluorta görünmesinden rahatsızdır. Sütyenler, donlar falan, kadınlar çıplak, mankenler keza. Eyvahtır. Ayrıca o dükkânların sıralanışı nedir öyle, manavın yanında çamaşırcı, parfümcünün yanında kasap, o rayihalar bir karıştı mı kapıların önünden geçenler bayılacak gibi olurlar. Renkleri de uyumsuzdur, dükkânları kafalarına göre boyayan sahipler uyuma muyuma bakmazlar hiç, caddeyi azıcık olsun güzelleştirmeye çalışmazlar. Yine içine içine konuşur Refik Halid, oranın yerlileri şuraya buraya göçmüşlerdir de yerlerine gelenlerin estetik kustetik duyarlılıkları yoktur, nihayet kokuşmuştur Beyoğlu. Acaba 6-7 Eylül’le ilgili bir şey yazmış mıdır yazar, bu kitabında yok çünkü. Serinin diğer kitaplarından çıkar çıkarsa.
İstanbul’u çok seven, şahane bir yazarın İstanbul yazıları. Okunmalı.
Cevap yaz