Attilâ Şenkon – Ten Yükü

Perec’in Yaşam Kullanma Kılavuzu‘ndan yapbozla ilgili bölüm “İlksöz Yerine” bölümünde alıntılanmış. Gestalt ve Go dışında da parçaların bir araya getirilip bütünden çok daha başka bir anlama ulaşıldığı alanlar mevcut. Bütünün parçaları belirlediği malum, tüme varılan zaten oradadır ama parçalara ayrılmıştır, mantıklı bir dizge çıkarıp her şeyi oturturuz yerine. Tek yol girintilerle çıkıntıların uyumunu bulmak da olmayabilir, mesela at var. At diye bir şey var, at vardır. Bu atı yüz parçayla da oluşturabiliriz, elli parçayı at görseli oluşturacak şekilde üst üste koyarak da ortaya çıkarabiliriz ama atın bağlamı değişecektir bu kez çünkü at nasıl vardır, bütünü belirleyene göre nasıl var olmalıdır. Mümtaz Mehmet Tütüncü’nün harikulade, muazzam, kıymeti hiç hiç bilinmemiş spektaküler metni Küheyli Buharlan‘da da at vardır mesela, mucit karakterimiz Osmanlı zamanında buhar enerjisiyle dönen çarklardan mürekkep bir at bulmuştur, at bağlamına göre bulunabilen de bir şeydir, sayısız çarkı yaratırken aklındaki bütünden yola çıkarak bulur atı, tırıs tırıs, rahvan rahvan, eşkin eşkin ve dörtnala hareket ettirir. At tam bir steampunk ürünüdür, çarkların ve kazanın birleşmesiyle ortaya çıkan bütünün ifade ettiği şey, atın parçalardan çok daha fazlası olduğudur zira teknolojik ilerlemedir, çöken bir imparatorluğu şahlandırmadır, ismettir, fazilettir. Şenkon’un uğraşı bu parça-bütün ilişkisini kurmacada göstermek, at yerine karakter koymaktır ama bir noktada ayrışır ikisi, at mekanik bir at olduğunu bilmezken karakter bir kurmacada yer aldığını bilir. Veya bilmez de sezer, öyküden öyküye değişen bir tutum. “Ten Yükü”ne giriş mahiyetinde bir açıklama konmuş, yapboza başlamak için çerçevesini tamamlamanın kolay yol olduğu söyleniyor çünkü çerçevenin bir kenarı düzdür. Köşe parçalarının iki kenarı düzdür ama öyküde buna işaret eden bir kurgu taklası yok, o kadarını da aramayacağız ve eksik parçaya odaklanacağız, anlatıcının yazdığı metni terk eden alt katmandaki karaktere. Anlatıcımız uyanır, ağzında pas tadı falan, gerçekten iğrenç bir hayat, metni yazmaya devam etmek için masaya oturunca karakterin veda notunu bulur. Anlatıcı önceki gece sızıp bir paragrafı yarım bırakınca karakter pes eder, aralarındaki antlaşmayı bozduğu için üzgündür ama daha fazla kalamamıştır, anlatıcıya metni bir başına da tamamlayabileceğini söyler. Anlatıcı kızar, ne demektir öyle şeyler, masaya oturup son yazdığına bakar: Sedat ve eşi, adı henüz belirsiz, Sedat diyor ki üç yıllık evliliğin ardından Tamer’e, aynı erkeğe âşık olmaları çok tuhaf. Buradan metnin nasıl doğduğuna uzanıyor anlatıcı, on yedinci sayfada bir parantez açıyor ve önce konuyu bulduğunu, sonra Mine -adı buymuş- ve Tamer’i aramaya başladığını söylüyor. Hemen bulmuş, yıllar önce yarım bıraktığı bir öyküden. Sedat’ıysa uzun süre aramış, gazeteye ilan vermeyi bile düşünmüş, sonra beraber iş yaptığı Can’da karar kılmış. Sedat olmaya pek istekli Can, anlaşıyorlar. Gerisi klişe bir ihanet hikâyesi, eşcinsel tınılar da kurtarmıyor, anlatıcı hayalinde karakteriyle sürekli çekişiyor, en sonunda işi beceriyor da sulh oluyorlar: “Romanım(ız)a hoş geldin.” (s. 25) Şöyle bir numara çekmiş Şenkon: Yukarıda açıldığını söylediğim parantez var ya, kapanmıyor ve kapanmadığı başka bir öyküde anımsatılıyor. Buradan çıkaracağımız iki şey var, öyküler -en azından ikisi- birbiriyle bağlantılı ve parantez kapatılmalı, öykü cereyanı yapıyor, yapmasın diye sonsözde kapatılıyor, sayfanın ortasında. “Yürekte Kanat Sesleri” ikinci öykü, mesela bunda da anlatıcı yazdığı metni seans sırasında psikoloğuna okuyor, bir yerde geçen “yürekte kanat sesleri” tamlamasını başka biçimlerde de kullanabileceğini söylüyor. Katmanlar arasındaki geçişlere, karakterlerin birden fazla öyküde ortaya çıkıp çıkmadığına dikkat ederek okursak yapbozun gösterdiğini bütünüyle görebiliriz. Görmemiz gerekir, yapıda parçaların ortaya çıkardığından fazlası olduğunu düşünmüyorsak bir metni neden okuruz yoksa.

“Yürekte Kanat Sesleri”. Anlatıcı bir arkadaşının tavsiyesiyle Ekrem Bey’e gelir, “neredeyse kaçıp gitmeye karar vermek üzere”dir, iyi ki neredeyseliğe üzeredir çünkü öykünün buna çok ihtiyacı var. Otururlar, anlatıcı metninin karakteri için geldiğini söyler. Eşcinsel olduğundan şüphelenmektedir karakterin, onu anlayamamaktadır, e ne olacaktır o metnin sonu. Psikolog müsterih olmasını ister anlatıcıdan, kahraman bütünüyle yazarın kendisi değildir, bir kimliği ve kişiliği vardır, haliyle çözümlenebilir ve bu çözümlenme anlatıcıyı da kısmen etkileyebilir, etkilemeyebilir, yazar kendi yaşamını metne ne kadar, hangi biçimde işlediyse. Bir kat daha inip anlatıcının metnine baktığımızda yıllara yayılmış bir dostluğun, dostluğun da ötesinde eşcinselliği anıştıran yakınlığın safhalarını görüyoruz, hüzünlü ve iyi anlatılmış, kurulmuş bir hikâye. Psikoloğa göre “kanat sesleri” gibi benzetmeler sevgiyi anlatmak için kullanılabilecek gayet hetero bir tabir, anlatıcı sırf bu yüzden kahramanını suçlamamalı. Kesin bir homofobiden bahsedemeyiz, o yöne eğiliyor anlatıcı ama hikâyenin sonuna doğru gözyaşları içinde kaldığına göre kurmacayla gerçek arasındaki sınır çoktan kalkmış olabilir veya anlatıcı kendi yaşamından çok acı bir ögeyi metnine sokmuş olabilir, bilemiyoruz, tek bildiğimiz Ekrem Bey’in o son, eksik parçayı tamamlamaya yardımcı olması. Çocukluğu. Şu da var ki anlatıyı yoruma daha da açıyor: Ecinniler‘in son sayısında yer alacak yazıları okuyorum da, Freud’dan gelen bir malumatla kuir yazınının dili itip çekmesinin anlamını eşeleyen yazarlara göre üslubu, biçimi de etkileyen bir farklılık doğuruyor kuir, metne doğrudan yansıyan bir fark. Eh, alt katmanda yer alan hikâyenin eğimi bükümü pek yok, dümdüz hikâye. Bu da göz önünde bulundurulmalı.

“Bir Öykünün Öyküsü veya Bir İntiharın Provası” aile hapishanesinden ve buharlaşan şeylerden bahsettiği için değerli değil sırf, yeni bir oyunla başlıyor. Bu kez öyküsü yanında anlatıcının, birlikte yürüyüşe çıkıyorlar, anlatıcı öykünün sorduğu soruyu düşünüp duruyor: “İnsan, Yaşamını Temize Çekebilir mi?” İç hesaplaşmaya yer yok, öykünün sesi kafayı doldurunca gerçekliğe taşmaya başlıyor ve Atakule oluyor bize Özgürlük Anıtı. Asansörle yukarı, Anıt’ın anlattığına göre önceki gün bir genç de çıkmış yukarı, elindeki kâğıtlardan birine aceleyle bir şeyler karaladıktan sonra atıvermiş kendini. Anıt o kâğıtları veriyor, alıştığımız katmana gidebiliriz artık. Ortaokuldaki ilk gününde din hocası yüzünden Hıristiyanlığı öğrenmeye karar verir derken ABD’ye gider, birileriyle tanışır, ülkesine döner ve intiharına varır nihayetinde. Anlatıcı o sıra kendine gelir, Atakule’yi görür, rüzgâra kapılmış küçük kâğıt parçası kucağına düşer. Yaşamın temize çekilemediği, ölümün her şeyin üzerine örttüğü yazar kâğıtta, böylece öykü sonlanır. Anlatıcının öyküsü de sonlanır. Kafada dönüp duran öyküler bittiğinde nereye gider, kâğıt halinde kucağımıza düşer. Herhalde.

“Sarıya Boyalı İhanet” sıradan bir öykü, tek katmanlı, biçimiyle kurtaran. Aldatılan, aldatıldığı için kayışı koparan karakter sürekli aynı şeyleri söyler etrafındakilere, insanları bezdirmeden önce birkaçının aç bakışlarını ve davranışlarını sineye dahi çekmez çünkü gözü görmemektedir hiçbir şeyi, başkasıyla yatan eşini cezalandırmak için saçlarını sarıya boyatır, orospu gibi giyinir, daha da neler yapar. Eşi “o”nunla yatmıştır, kendisiyle de yatmıştır, o zaman hamama gidip derisini yüzdürürcesine keselenmelidir anlatıcı, kuaförde salyaları üzerine dökülen adamı azdırır, garsonun tekiyle sevişiverir. İhanetin ilacı ihanettir. Gibi bir öykü.

Öykülerin toplamı öykülerden daha fazlası, yine de “verilmeyecekler” arasına koymaya elim varmadı. Ganya Sahaf’a veririm. Neden, çünkü evde yer yok ve sahaf iyidir, Ganya daha da iyidir.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!