ALFA’dan İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümündeki seminerleri kapsayan üç kitaplık seri, Mustafa Küpüşoğlu başta olmak üzere paydaşlara ne kadar teşekkür edilse az. Ülkenin önde gelen akademisyenlerinden Köksal Alver’in sosyolojiyle edebiyatı tokuşturduğu konuşması sosyal bilimlerle sanatın iç içe geçmiş yapısını, iki alanın birbirine alıp verdiğini gösteriyor, bir sosyoloğun edebî metin okuması gerektiği çıkarımıyla sonlanıyor. Kabaca şu: edebiyat insanı anlatır, sosyolog insan topluluklarını araştırır, haliyle insandan insan topluluklarını araştırma malzemesi çıkar, üstüne metodoloji çıkar, bayağı bir şey çıkar. “Edebiyat sosyoloğa kapıyı aralar, pencere açar, bir ufka götürür onu. İnsanı, onun sosyal ağını, toplumsal ilişkilerini tanımak, keşfetmek, gerçekliğini kavramak, tecrübesini anlamak isteyen sosyoloji, edebiyattan, hikâyeden, sanattan yola çıkabilir, bu ana odaklardan hareket edebilir. Çünkü edebiyatta insanın sözü, insanın eyleminin yoğunluğu ve karmaşıklığı, insan hadisesinin bütün detayları ve ayrıntıları vardır. İnsanın birikmesi söz konusudur, birikip birikip kendini göstermesi.” (s. 17) Hem bakış biçimi, hem bakılanın bilgisi, edebiyat ikisini de sunar. İnsanın merkezde oluşunu hatırlatır, kastıyla maksadı insan olduğuna göre sosyoloji muhatabının insan olduğunu hatırlamak için edebiyatı ele almalıdır. Hikâye derleyecek, odak belirleyecekse keşfe çıkacağı alanlardan biri kesinlikle metinlerdir, sosyolog iyi bir okur olursa hikâyeyi anlatma biçimini özgünleştirebilir, araştırmalarını istatistikten ibaret kılmaz, sırf yönteme yaslanmak zorunda kalmaz böylece. Alver bir iki romanı örnek göstererek edebiyatın belirli niteliklerini öne çıkarıp gerisini görmezden gelmeyi eleştiriyor bir yerde, Yaban ve Üç İstanbul mesela, “malzeme sunmak” dışında gözlem biçimi konusunda fikir de verir. Martıların uçuşu, vapur seyahatinde karakterlerin düşündükleri, köy yanarken köylülerin sağa sola kaçışmaları, kısacası gösterilenin ne kadar ve nasıl gösterildiği. “Romanın, hikâyenin, şiirin sosyolojik analizini yapmaya bir itirazım yok. Fakat benim edebiyattan almam gereken asıl şey bana gerekli olan yöntemdir, metodolojidir, bakış açısıdır, perspektiftir, zemindir.” (s. 24) Döne döne roman, şiir, ne varsa okumak gerekir, çalışma disiplinini de hatırlatır bu, roman yazarı oturup araştırma yapar, yazdığı şeyle ilgili literatür taraması yapar falan, mesela Çağnam son yazacağı roman için her gün AKM’nin kütüphanesine gittiğini söylemişti. Sosyolog da yazıp yırtmalıdır yeri geldiğinde, Alver kaç makalesini yazıp yırttığını söyler bir yerde, öz itibariyle sosyolojik makale yazmakla öykü uydurmak arasında metodolojik bir fark yoktur. Soruları tespit etmek, muhayyile, yaklaşım, bunlar sosyolojiyle edebiyatın kesişim kümesinde yer alır. Alver konuşmasını bitirdiği zaman kısa öykülerinden birini okur salona, bir sosyoloğun yazdığı öykü Zola’nın betimlemelerini içerebilirmiş, bunu görüyoruz. Soru-cevap faslında mevzu biraz daha genişliyor, 1984‘teki geleceğe ilişkin erken uyarı sisteminin sosyolojik üretimde de yer alıp almaması gerektiği soruluyor, böyle bir misyonu olmalı mı sosyolojinin? Alver’e göre kendiliğinden ortaya çıkan bir misyondur bu zaten, doğası gereği edebiyat ve sosyoloji bir misyon taşımasa da taşır, fanzinlerde ve yeraltı edebiyatında da bu misyon mevcuttur. Ampirik gerçekliğe dayanma hususu sorulduğunda sosyoloğun uyanık olması gerektiğini söylüyor Alver, kenar mahallelerde yaşayan insanların anlatıldığı bir romanı ele alırken bilimsel kavram haritası, metodoloji gözetilmeli, eh, sonuçta bilimle sanatın yol ayrımına geldiği bir nokta var da bunu sosyolog belirlemeli, doğru belirlemeli. Son bir alıntıyla M. Kayahan Özgül’ün konuşmasına geçeceğim, esas mevzu orada dönüyor. “Edebiyattan yararlanmak, topyekun bir okumayla, topyekun bir onun içine girmeyle alakalı. Yani siz mütemadiyen film izlemiyorsanız- bunu süreklilik açısından söylüyorum- onun içinde dolaşmıyorsanız… O kentin sokaklarında dolaşmazsanız, o sokağın ruhunu kavrayamazsınız. O sokağın hikâyesine, ruhuna sadece okuyarak nüfuz edemezsiniz. Sokak adamı olmanız için, o sokakta dolaşmanız gerekir, onun ruhunu kavramak adına.” (s. 31)
“Sosyoloji, Edebiyatın Nesi Olur?”, “kuzen” diyor Özgül, “kardeş” diyecek, “oğul” veya “baba” da diyecek, meseleyi nereden ele alırsa. Edebiyat çok çok eski, sosyoloji 19. yüzyıl icadı, edebiyatın biriktirdiklerinden bir bilim devşirilmiş de sosyoloji olmuşsa iki alanın da bilimselleşme çabasında başka akrabalıklar doğacaktır. İki kavramın ayrışması, episteme ve doxa arasındaki ilişki bize kimyayla simyayı vermiştir, birinde bilim ve diğerinde ilim vardır, edebiyat ve sosyoloji Batı kaynaklı bir ayrımla piyasaya çıkınca Doğu’yla Batı arasındaki paradigma farkı da ortaya çıkmıştır denebilir. Buradan postmodernizme bağlıyor meseleyi Özgül, 1970’te “masallarını kaybettiğini söyleyen” bir feylesoftan yola çıkarak modernizmin din, tarih bilinci, vatanseverlik gibi olguları ortadan kaldırdığını, geçtiğimiz yüzyılda bu değerlerin postmodernizm vasıtasıyla tekrar ortaya çıktığını ve bilimi de yontmaya başladığını söylüyor. Bize nesi: Batı kaynaklı metotlar bize pek uymaz çünkü biz öyle bir modernizm evresinden geçmedik, postmodernizme varmadık, her şeyi ithal ettik. “Bu birikimle dönüp edebiyat ve sosyolojinin alanına baktığınızda göreceğiniz şey, modern bilimin imkânlarının akademik seviyede uygulamaya çalışıldığı ve karşılaşılan her başarısızlığın kendi beceriksizliğimize yorulup sistem ve metot yerine kendi cehaletimizin soruşturulduğudur. ‘Belki de metot yanlış’ demek aklımıza gelmiyor. Niye? Çünkü o metot bir yerlerde uygulanmış ve çok başarılı olmuş. ‘Bizde niye uygulanmasın?’ demekteyiz. O metot o topraklar için geliştirildi. Siz Isparta’dan söktüğünüz gülü Ankara’da, İstanbul’da dikmeye kalktığınızda tutmuyor.” (s. 43) Varoluşçuluktan örnek veriyor Özgül, değinmiyor da ben Demir Özlü’nün öykülerindeki bunaltının da tam tutmadığını, tutacak zemini bulamadığını düşünürüm, Sartre’ın özgürlükle ilgili kaçlamasındaki ilişkiler koca bir tarihî ve sosyal arka plana sahipken bizdeki tartışılır. Özetlemek gerekirse Özgül’e göre bizdeki sosyal bilimler objektif değildir, haliyle edebiyatın realist ve pozitif veri sağlamadığı yorumu da su götürür, sosyolojide de çatlaklar vardır. Edebiyata bakılmayacak, gazeteler objektif olmadığı için geçersiz, neye bakılacak? Paris-Lyon treninin sefer tarifesini kaybeden Zola’nın romanlarında bulurmuş, elbette edebî metinler bu kadar kesin bilgi sunmaz, yine de edebiyatın konu edindiği herkes sosyolojinin de ilgisini çekmeli. Robinson Crusoe adada yıllar boyunca yalnız yaşamıştır da anadan üryan dolanmamıştır ortalıkta, kıyafetlerini özenle yapmıştır, Paul ve Virginie aşkı en saf haliyle yaşamaları için Madagaskar’a konumlandırılmışlardır, bu tür okumalarla yazarın ve metnin niyetini de göz önünde bulundurursa bir sosyolog, gerçeğe biraz daha yaklaşır. Özgül azıcık Eco’ya yaslandıktan sonra yerliliğin gözden kaçırılmaması gerektiğini söyler: “Neyin yerli olduğunu size edebiyat söyler, evrensel bilim söylemez. Yerli olanı edebiyat tayin eder. Siz sosyoloji okurken evrensel akademik kuralları öğrenirsiniz. Ama bu kuralların yerele yansıması, lokal olanda karşılığını bulması için verilerinizi toplayacağınız yer bu topraktır. Bu toprakta da bir gazetenin size vereceği malumatla bir romanın ya da bir şiirin vereceği malumatın kıymet noktasında, gerçeklik noktasında birbirinden pek farklı olmadığı kanaatindeyim.” (s. 51) Soru-cevap bölümünde modernleşmeyi Batılı anlamda yaşamamış bir toplumdan postmodern bir yazarın nasıl çıkabildiğini soruyorlar, sezgimle yakaladığım bir şeyin bilimsel açıklamasını Özgül’ün anlattıklarında buldum, aydınlandım. Çin’in Tuhaf Canavarları‘na postmodern bir metin denmiş mesela, Batı’dan bakınca öyle görünüyor olabilir ama Çin’de canavarlarla, hayaletlerle münasebet bu metnin işlediği gibi bir kurgusal takladan ibaret değil anladığım kadarıyla. Kültürel fark Doğu toplumlarının Batılı kalıplara oturtulmaması gerektiğini düşündürmeli. Özgül ne diyor, onlar masallarını kaybetmişken biz kaybetmedik, onlar komşuluğu tanımazken biz tanıyorduk, Ahmet Midhat Efendi’nin postmodern olarak yorumlanması bundan. Orhan Pamuk da bizde yüzyıllardır var olan biçimleri kullanarak yazdığı için Batılılarca beğeniliyor, iyi ama şu: “Siz zannediyorsunuz ki, postmodern olarak yazıyorsunuz bunları. Hayır, siz zaten kaybetmediğiniz şeyleri yazdığınızda, Batılı onlara kendi penceresinden bakıp postmodern bir şeyler görüyor.” (s. 56) Daha da gidiyor, Özgül deryayı denizi gösteriyor okura, şahane.
Yazı çizi işine özen gösteren herkese öneririm bu kitabı.
Cevap yaz