Bir gün tiyatrocular Fuar’a giderler ve bir ay boyunca cinsel açlıklarını yatıştırmaya çalışırlar. İzmir’in havasından suyundan değil, her sene aynı şeylerin yaşandığını söyleseler de çoğu şey her sene yaşanamaz, mesela oyunculardan biri -hepsi kalburüstü oyuncular, sanatlarına düşkünler, meşhurlar- ne idiği belirsiz bir zenginle evlenip bağlı olduğu gruptan ayrılır, eş bulmak için gelmiştir sanki. Bir başkası denk geldiği kadınlarla birlikte olur, gazetelere düşünce eşinin mevzuyu öğrenmesinden korkar, baskın sırasında eşinin tehditlerine kulak asmaz da zamparalığı sürdürür. Sevgi var, esas oğlan Ergun Uğurlu’ya yeşillenir, sonra oranın yerlisi bir adama yanaşır, evlilik teklifini geri çevirdikten bir süre sonra gazetelerde adamın tutuklandığını okur, kendi denginde birini aramaya devam eder. Cumalı her karakterine bir alan açar, hikâyeleri bazen kesiştirerek libido patlamasının örneklerini sunar. En zayıf metni budur herhalde Cumalı’nın, mesela ödüllü bir öykü kitabındaki ilk öykü yine bu dünyanın insanlarını anlatır ama öyküdür o, Cumalı’nın biricik sesini duyarız, üslubunu görürüz, bu roman hafif açıkçası. Tabii o hafiflikte yine Cumalı’nın rengine rastlarız, sanat dünyasına dair ilginç çıkarımlara denk geliriz, roman hafiftir de bomboş değildir. Nedir, öykü sıkılığında örülmemiştir, bazı karakterler ölü dallar gibi uzanırlar hikâyelere, anlatıyı lüzumsuzca bollaştırırlar, aşkın niteliğini sorgulamak haddime düşmez de gelip geçici ilişkilere muazzam anlamlar yükleyip duyguların içini boşaltırlar, bir de cinsiyetçiliklerinden gına gelir bir noktadan sonra. Cumalı tiyatro ve sinema dünyasını yakından görmüş, anlattıklarında mutlaka otobiyografik bir yan vardır ki anlatının bir yerinde ünlü bir oyuncunun avukat arkadaşından bahsediliyor, Cumalı’nın kendisini de romana yerleştirdiğini düşündüm. Cameo bayağı. İşte, Cumalı şahit olduğu olayları anlatmıştır da şahit olduklarını tek bir aya mı sıkıştırmış acaba, onca hadiseden sonra oyuncular sahnede kusursuz temsiller sunabilmişler midir, diyaloglar her ortamda didaktizme mi varmıştır, bunlar muamma. Erkeklerin bir araya gelip cinsel maceralarını anlattıkları zamanlar olmuştur da hassas, kırılgan Ergun onca seks muhabbetinin üstüne Ayla’ya duyduğu incecik aşkı anlatır mıydı, anlatıda dikiş tutmayan olaylar var böyle. Yine okuyoruz, Belkıs’ın İstanbul’da bıraktığı aşkı Kaya’yı bir anda unutup Ergun’a sarmasını, Halûk’un eski öğrencisini yirmi yıl sonra bulup önce mutluluktan, sonra mutsuzluktan içerek alkol komasına girmesini yeriz, mümkündür ama Ergun’un yirmi dört yaşında yazdığı ilk ve son oyunuyla meşhur olmasını, sonraki on yıl boyunca hiçbir şey yazmamasını ve at yarışlarından kazandığı paralarla kendine çiftlik almasını nereye tuttururuz bilemiyorum. Hikâyeye bakalım bir.
DTCF’de Arkeoloji okuyan Ergun durmadan okur, kumardan kazandığı paraları kitaplara yatırır, sonra askere gider, dönüşte ailesini ziyaret eder. Yeni evlenen ablasının yokluğunu hisseder, baba evinde güzel zaman geçirir ve anlatının geri kalanında bir kezcik olsun anmaz hiçbirini, çıktıkları gibi inerler sahneden. Ergun o sırada oyunu yazıp bir tiyatroya teslim eder, büyük başarı. Tiyatronun oyuncularından Ayla’yla sancılı bir ilişkiye başlar, kıskançlık yüzünden kadını bir türlü rahat bırakmaz, en sonunda ayrılırlar ama on yıl boyunca birbirlerinden haber beklerler. Bir araya geldiklerinde ya Ayla ya Ergun uygun değildir devam etmeye, en sonunda Ayla aralarındaki sevginin bittiğini söyler ama gördüğümüz kadarıyla bitmemiştir, üstelik sanat dünyasındakilerin tamamı bu yarım kalmış aşktan haberdardır, Ergun’a teselli havasıyla yaklaşırlar. Ağzı laf yapar Ergun’un, vakit geçirmesi hoş biridir, bu nedenle çoğu ünlüyü tanır, oyuncular tarafından da sevilir. Bu yanını görmek isteyenler hayal kırıklığına uğrayacak, Ergun dümdüz adam rolünden çıkmıyor hiçbir zaman. Âşığı oynadığı yerler iyi, en azından Belkıs’ı ve kendini ikna edebiliyor. Primadonna Belkıs etrafındakilere terör estirirken Ergun’la tanıştıktan sonra biraz daha katlanılır birine dönüşüyor, birlikte Ergun’un çiftliğine gittikleri zaman daha iyi. Yalnızlığa dair bir bölüm var, hoş. Birlikte geçirdikleri üçüncü günün başında Ergun sıkılıyor, yalnızlığa ihtiyaç duyduğunu söyleyemiyor bir türlü, Belkıs da anlamayınca anlatmak zorunda kalıyor. Günün belli bir kısmını bir başına geçirmesi lazım. Hayır, yalnızlık bir ceza, lanet, kötücül bir şey değil. Evet, huzur buluyor yalnız kalınca, hayvanlarıyla geçirdiği zaman en büyük ödül onun için. Evet, tavuklarla ilgilenmek iyi bir terapi yöntemi ve para kazanmak için yazmayan yazarların yapabileceği en iyi şey. Belkıs bu sözleri saldırı olarak alımlamıyor da aşkının karşılık bulmadığını düşünerek kırılıyor, Ergun’u başkalarıyla kıskandırmaya çalışıyor, taktiğin tutmadığını görünce gururunu yenip son bir kez görüştüğü Ergun’u İstanbul’a davet ediyor, Kaya’ya rağmen. Bindiği uçağın dağların tepelerin üzerinde kaybolmasıyla bitiyor roman, aşağı yukarı bu.
Tiyatroyla ve karakterlerle ilgili meselelerin ucu bucağı yok, 1970 civarından birkaçı: Shakespeare modası geçmiş bir yazar değildir, Fransa’da veya başka bir yerde hangi oyunlar yazılıyorsa yazılsın, oynanıyorsa oynansın. Geleneği yıkmamalıyız, yeniliğin kökü ondadır. Provayı ihmal eden, iş prensibine sahip olmayan oyuncular yetenekleri ölçüsünde başarıya ulaşabilirler ama sönmeleri daha kolaydır, yeteneği olmayan oyuncular iyi bir çalışmayla belli bir noktaya kadar gelebilirler. Filmler bahar ve yaz aylarında çekilir, yılın geri kalan zamanında tiyatrolarda oynayan oyuncular şöhret, ek iş, hangi maksatla olursa olsun filmlerde oynamak için sıcak ayları beklerler. Senaristlerle arayı iyi tutmak gerekir, kadroyu onlar belirledikleri için bir anda çekebilirler ipi. Yapımcılarla arayı iyi tutmak gerekir, bir anda kovabilirler oyuncuları. Başkasının eşine bakmamak gerekir, sanat dünyası küçük olduğu için her an bir yumruk yenebilir. Huysuz oyuncuları kimse sevmez, sahnede ne kadar kollanırlarsa kollansınlar dışarıda dışlanabilirler, hayatı boyunca dışlandıklarını düşünen ve en iyi zamanları geride kalan oyuncuların kaprisi bir yere kadar çekilir. Özellikle Fuar zamanı yaşanan ilişkilerin geçici olduğunu baştan kabul etmek gerekir, hele evliliğe meyledenlerinin başı hemen kesilmelidir, kişiyi sıkıntıdan sıkıntıya sokar ve güneşin alnında sıcak bira içmeye zorlar. Canı rakı isteyen kişiyi bira kesmez ama zaman önemlidir, akşam olmadan rakıya başlanmaz, oyundan önce hiç başlanmaz. Yedek oyuncu her an hazırdır, alkol komasına girenlerin yerine sahneye çıkıp yıldızını parlatır, belki de müthiş bir kariyere ilk adımı atar. “Taşralı şairler” mıntıkalarına gelen sanatçılara pek yakın davranırlar ki aynı yakınlığı görüp böbürlenebilsinler. Tiyatrolardaki oyun kalitesi düşmekte, önüne gelen oyun yazmaktadır, bu neçe iştir. ABD’de aldığı tiyatro eğitimini gelip memlekette satmaya çalışanlar yüzünden iyi oyunlar konamamaktadır sahneye. Bu eleştiriye bir iki yerde daha rastlamıştım, ilginç. Türkçeleştirme furyası yüzünden her oyun birbirine benzemektedir, çeviri oyunlarla çalıntı oyunlar karışmaktadır. Şehirle ilgili betonlaşma var bir de, Konak bölgesine örülen duvarlar ve dökülen çimento şehrin manzarasını mahvetmiş, beton uygarlığı bütün çirkinliğiyle ortaya çıkmıştır, oyuncuların çoğu İzmir’in her sene daha da bozulmasından şikayet ederler. Yaşlı oyuncular gençleri sevmezler, gençler yaşlıları sevmezler, herkes birbirinde kötü versiyonunu görür ve boş zamanlarında kuyu kazar, bu kuyuların farkında olmayan yoktur. Tiyatroyu sınıf atlamak, sinemaya zıplamak, eş bulmak için kullananlar vardır, bunların bazılarında sanat ışığı sönmemiştir de çıkar dünyaları genişledikçe sanat dünyaları daralmıştır, en büyük ihaneti kendilerine ederler. Falan, gidiyor böyle.
Dönem romanı, merak edenler okusun, yoksa Cumalı’dan beklenmeyecek kadar kötü bir roman.
Cevap yaz