Baudelaire’in bir şiirinden İstanbul manzarası sunuyor Akbal. Anlatıcı. Akbal ama anlatıcı diyelim. “İstanbul’lu garip bir yaratıktır. Zaman zaman öfkeyi, sinirlenmeyi unutmuş, unutmak zorunda kalmış… Sıcak basar tepeden, yağmur sırılsıklam yapar, kardan heykel kesilir de tutar dilinden dökülmeye kalkışan küfürleri. Kime küfür etsin? Kim var karşısında, Belediye mi, değil; hükümet mi değil; şoför mü, o da değil! Bozuk düzendir sorumlu. Herkes böyle der, bu düzeni düzeltmeli, değiştirmeli…” (s. 65) Düzeni değiştirecek politikacılara oy verir halk, hiçbir şey değişmez. Aynı tornadan çıkan politikacılar aynı umutları satarlar, baş değişir de rezillik değişmez. Anlatıcı trenleri, otobüsleri, troleybüsleri, vapurları, işte ne varsa alayını anılarından veya gündelik yaşamından bulup çıkarıyor, mesela Menderes’e tramvayları kaldırdığı için bozuk çünkü püfür püfür gidermiş tramvaylar, insan binince serinlermiş şöyle bir. Camlar açık, İstanbul doluyor içeriye de trende camları açmak mümkün değil, sarsıntıdan dışarı fırlarmış insan. Abartılar komik, sinsi değil, aradan çekip çıkarırsınız. Anlatıcı önce trenlerle başlıyor çünkü trenler ne güzel ve anlatıcının yaşamını, anılarını örmüş. Başka öykülerden de çarpayım az, bayram günlerinde trenle Sirkeci’ye, oradan Karaköy, yallah vapur Haydarpaşa’ya, yine tren ve Erenköy, Suadiye. Anlatıcının dedesi yaşarmış oralarda, eski bir konak. İnsanlar yaşlanınca birbirine benzer de benzemez, evler de öyle biraz. Çocuklukta dedeyle Küçükyalı’ya da gelmişler, istasyonun hemen yanında iki katlı eski bir evi almaya niyetlenmiş dede, olmamış. Her gün önünden geçtiğim çok eski bir ev var, anlatıcıya göre kocaman bir bahçe varmış ama satılmıştır, apartman olmuştur, o ev bu evdir diye düşündüm, 1940’lardan günümüze ulaşamamıştır diye düşündüm, onu yıkıp bunu yapmışlardır. Diye düşündüm, bir metinde Küçükyalı’ya rastlarsam mekanımın eski hallerini düşünürüm hep. İşte, upuzunmuş o yol, anlatıcı bitmek bilmediğini, bitince de özlediğini söylüyor, serüven gibi bir şey. Erenköy’den Taşlıtarla’ya at arabası, tıngır mıngır. Suadiye’nin Taşlıtarla’sı bu, haritalarda aradım da bulamadım, bir sokak adı olarak bile kalmamış. İlhami Bekir Tez’in romanında var, sanırım Memet Fuat’ın Gölgede Kalan Yıllar‘ında uzun uzun bahsettiği o aile evinin bulunduğu semt.
Sirkeci’ye giden trenlere gelelim, Küçükçekmece’den hınca hınç dolu gelir, oturacak yer yoktur, ayakta gidenlerin yüzünde öfke çizgileri. Kavgalar çıkar, millet birbirini bir kaşık suda boğmak için pusudadır adeta. Anlatıcı bir yerde bütün bunların çözümünün metroda olduğunu söyler, metro hatları yapılsa kentin yükü hafifleyecektir. Hafiflemiştir de anlatıcının eleştirdiği o göç bitmek bilmemiştir, kantarın topuzunu kaçırarak “medeniyetsiz” demeye getirdiği insanı dolmuşlara tıkmış, yekten silmiştir anlatıcı, sırf dolmuşlarda duyulabilecek ucube şarkılar bile onların eseridir. Neyse, bu öykünün yazılmasından kırk beş yıl sonra tepeleme dolu bir Marmaray, insanlar üst üste yığıldıkları için öyle diyorum, adamın biri Sirkeci’den biner ama binemez, trenin bağışıklık sistemi dehler adamı, yer yoktur. Adam biraz daha zorlar ve içeri girer ama birinin ayağına basmıştır, tartışma çıkar. Çok sıkışık, bir şey okumaya çalışırken dinliyorum adamları, sonra başkaları da karıştı ve tartışma büyüdü, tren hareket ederken iki adamın trenden inip yumruklaştığını gördüm en son. Metro da kesmedi yani, bu kalabalığın çaresi yeni bir düzendir. Tren var o sıralar, anlatıcı sıkış tepiş vagonda oturacak bir yer bulur şansa, hemen satıcılar gelir. Kutsal kitap satarlar, kör bir çocuk oturanların dizine pusulalar bırakır ki bu âdet sürüyor günümüzde, Yenikapı’ya giderken denk gelebilirsiniz. Para vermediniz, vicdanınız dürtüyor aşağıdan, o sıra çat! Elektrikler gitti, tren durdu, herkes bezginlikle bekliyor. Hava sıcak, yaprak kıpırdamıyor. İstasyon da uzak, inilecek gibi değil ama kavim göçü başlıyor artık, trenden atlayanlar en yakın minibüs duraklarına gidiyorlar, atlamayanlar elektriğin gelmesini bekliyorlar, her türlü işkence. Ola ki Sirkeci’ye vardınız, troll haberlerle dolu akşam gazetelerinin çığırtkanlarına denk gelirsiniz. Ecevit bir şeyler söylemiştir, Yunanistan kaşınmaya başlamıştır, ne yedirebilirlerse. Halkımızın o zaman da üst düzeyde seyreden medya okuryazarlığı nitelikli tartışmalara yol açar, yalan haberleri birbirine fırlatan insanlar yumruk yumruğa gelir çünkü yılmışlardır trafikten, İstanbul’dan, çatacak yer ararlar. Bu yüzden en iyisi yürümektir, yürüyünce insanın başına iş gelmez, üstelik aklında çevirdiği filmleri izleye izleye bir de bakmıştır, varacağı yere gelmiştir. Hususi araç sahipleri daha da çabuk gelmişlerdir ama onlar paralıdır, bir zamanlar otobüslerde çektikleri sıkıntıları çoktan unutmuşlardır veya ayakları bebeklikten itibaren yere değmemiştir zaten, hep bir araç içinde büyüyüp seyahat etmişlerdir. Baudelaire toplu taşımayı şiirine güzellikle almıştır da buralarda işler öyle yürümez, anlatıcı o şiiri kafaya çekiç gibi indirir. Baktı ki zordayız, zaten hayatın acı gerçeklerini yaşıyoruz ve bir de ondan dinlemek zorunda kalıyoruz, hemen vapurlardan açar bahsi. Bir saatin sonunda Burgaz’dayız, Sait Faik’in evine giderken önünden geçtiğimiz kiliseye bakıyoruz, gezebiliyorsak geziyoruz. Ben bir zamanlar mum da yakmıştım orada, ne dilediğimi hatırlamadığıma göre dileğimin gerçekleşip gerçekleşmediği önemli değil. Aslında her şey için geçerli bu, neyse, anlatıcı o beyaz eve çıkar ama dolanamaz içeride, kapı kilitlidir. Yoldan keyif almaya mani değil bu, dönüş de geliş kadar keyifli olacaktır. Karaköy’den mi, neredense artık, oradan da bir tabanvaya atlanır, doğruca eve. Yine deniz kurtarır koca şehri, karada nice acılar ve elektrik kesintileri vardır.
“Yaşamda İlkler” son öykü, anı öykü, Akbal’a göre “öykücük”. Okuduğu ilk kitabı hatırlamıyor anlatıcı, Beyazıt’taki kitap sergilerini ve dedesinin verdiği Fransızca kitapları hatırlıyor. Biri Jules Verne’in, diğerleri de Fransız yazarların olsa gerek. Saint Benoit’da okuyan Akbal’ın sınıf birincisi olduğu bir öykü var, tadından yenmiyor. Anlatıcının sınıf birincisi olduğu. Orhan adlı arkadaşıyla çalışıyorlar bir güzel, ilk üçe demir atan yabancı çocukları geçip zafere ulaşıyorlar. Anlatıcı sevinçten kafayı yiyor, dediğine göre o zamanki sevincinin onda birini yaşamamış sonraları. İlk kitaptan sonra ilk sinema ama o da belli değil, Şehzadebaşı’ndaki üç sinemadan birinde ne oynatıldıysa. Bir de Naşit’in tiyatrosu varmış oralarda, anlatıcı sık sık gidermiş ki Akbal diğer kitaplarında da o sinemalardan ve bayram eğlencelerinden bahseder sık sık, yaşamını bir öykü veya roman kahramanının yaşamında canlandırır. İlk öykülerinde ve romanlarında da doğup büyüdüğü mahallenin insanlarını aynen aldığını söyler, çoktan ölseler de kurmacada yaşamaktadırlar artık. Baba dahil, acıklı bir hikâye. Kırk altı yaşındaki adam Şişli’de özel bir hastanede yatıyor, eşiyle küçük oğlu ziyarete geldiklerinde mutlu ve sağlıklı görünüyor. Dönüş yolu bir saat, o bir saatte ne olduysa baba göçüyor bu dünyadan, çocuğun sevinci mahvoluyor. Akbal babasının kaybını metinlerinde yaşıyor, bir de yoksulluğuyla. Anne oğul eski bir eve sığınıyorlar, göçmenlerin kaldığı mahallede iyi bir hayat sürdürmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Akbal’ın onca kitabını, çabasını o günlerde aramak lazım, ekmeklerin her şeyden önce bozulmasını da.
Çocukluk, gençlik, İstanbul manzaraları derken bitiveriyor kitap. Yine doldurma bölümler var öykülerde, Akbal’ı seviyorsak katlanıyoruz artık. Misal, uyduruyorum: “İçiyorum, bardağımın dibinde karınca. Koşturuyor. Ne bu acele? Nedir ki karınca? Bir amacı mı var, nasıl bir hayvan? Bizler gibi mi? Belki de akıl yönünden insanla karıncayı kendi kulvarlarından çıkarıp karşılaştırırsak karıncalar bizden daha zekidir. Onca şeyi yapmak kolay değil. Kolay mı? Biz yapabildik mi bir şeyler?”
Cevap yaz