İstibdat zamanı maaşı bayramdan sonra alan da olurmuş, Rasim’in arkadaşlarından biri erken almış. Yallah tıraşa. Berberde Şevki ve Bedri’ye rastlamış, iki arkadaş. “Oraya” gidecekler, çağırıyorlar. Adam yeni evli, ilk bayramdan gitmek istemiyor. Tıraş başlıyor, ikram kahve. Berbere göre şekerli içmeli, öyle desin, adam öyle diyor da fincanının yarısı konyakla doluyor. Bir fincan daha, şak şak makas, bir fincan daha, şak şak, bir daha. Üç çeyreğe bir araba, Tepebaşı’na. Timoni Sokağı. Üçüncü binada eğlence var. Bu sokakların kendi var da adı yok şimdi, neresi olduğunu bulmalı. Kaç defa geçtim, benim iş çok yakın oraya ama neresi? Neresiyse neresi, Eleni’yi de çağırırlar, adam istemez ama kaçış yok, Şevki’nin cebinden çıkanı da çakacak. Gelen giden yok, bir komisyon lafı dönüyor ama işkillenmiyor bizimkiler, bir süre sonra herkes telaş içinde, dan kapı, komisyon basıyor mekanı. “Beyler bulaşıksınız!” diye bağıran biri. “Eyvah!” üç, diğerleri yine iyi de adamın durumu tam rezillik. Yeni evlenmiş, kaynanası kaynatası, tam facia. Üç saat evvel bir kolera vakası olmuş orada, hasta vefat etmek üzere. Salmıyorlar, konyaklar ter olarak çıkıyor, adam dokuz doğuruyor. Yalvar yakar bir çare bulmaya çalışıyor da yok, bütün İstanbul’a mı bulaştırsın? İyice bir korkuyorlar, sonra Bedri adamlarla on dakika konuşuyor. Ceplerindeki bütün parayı verirlerse belki. Veriyorlar, bir on dakika sonra daha özgürler. Adam evine gidiyor, annesini görür görmez maaşın bayram ertesine kaldığını söylüyor. Sayısız hikâyeden sadece biri, Rasim’in anlattıklarının yanında matraklık. Minarelerle ilgili bir anı ne kadar hüzünlü mesela, sekiz vapuruyla Bakırköy’den İstanbul’a inen anlatıcı kıyıya bakıyor, Nuruosmaniye kandili yakmış, Şehzade tamam, Süleymaniye’deyse hiçbir şey yok. Bir rüzgâr serin, bir akşam uzun, dört minare ışıksız. Ne hazin görünüştür, anlatıcı yıkılır adeta. Yarabbi, Süleymaniye’nin ve Sinan’ın ruhlarına teselli ver! Anlatıcı, sen de minarenin tarihçesini şöyle kısaca anlat, ilk müezzinlerin yaşamlarını aktar, devrin kötülüğünden bahset. Oradan iftarlara, mübarek ayın geleneklerine geçersin kolay. Kibar ve ricalden davet edileceklere mevki ve şahsiyetlerine göre davetiyeler dizilir, sarf edilen emeğe bakarak davetlerin nezaketi anlaşılabilir. Sofralar selamlıkta kurdurulur, Karamürsel ve Bursa bezlerinden havlular çıkarılır, sofrada ağız ve el silmeye mahsus sabunlu bezler mutlaka bulunur. Tiryakilere çubuklar da sunulur, tütülür bir güzel. Pastırmalı sucuklu yumurta, çorba, pilav, börek, tatlı, hindi veya tavuk. Yemen kahvesi çubukla birlikte, keyif zamanıdır. Sahur edilecekse misafirin muhteremi mutlaka kalır, eğlenceler tertiplenir, Karagöz oynatılır mesela. Yataklar hazır, bir sağlam da o sıra yenir, ardından istirahat. Teravihlerde biraz güzelce giyinilir, fener önde biraz uzakça yerlere gidilir. Anlatıcı ninesiyle birlikte gittiği eğlencelere dalar biraz, Karagöz’de ne kadar eğlendiğini, meydandaki kahvelerden yayılan seslerin uğultusunu anlatır. O kadar terbiyesiz değildir, biraz terbiyesizdir ki mektebe başladığı zamanları anlattığı kitabı okumak lazımdır bilmek için, misal mektebe diye çıkıp oyuna dalmak, üstünü başını parçalamak, yoksul anasını ağlatmak gündelik işlerdendir. Bu metinde yaramazlığı pek yok, aydan ötürü. Yoksa camide yine takla atanlar, secde sırasında milletin sırtına çıkanlar çoktur, hatta biri secdeden fırlayıp bunlardan bir ikisini döve döve atmıştır camiden. Eve dönüş yolunda manileri işitmiştir anlatıcı, birileri kapılardan para toplar, birileri yiyecek alır, sözlü tarih sokaklarda iz bırakır. Direklerarası güdükleşmeden önce meşhurluğunu koruduğu için yollar bir oraya çıkarılır, anlatıcı kadar mahir olsam şenliği anlatmak isterdim. Halk hikâyelerinin nasıl anlatıldığını da ancak hayal edebilirim, Battal Gazi’den Naima’ya geniş bir aralık. Toplantılar türlü zevkle doludur ama tehlikesi çoktur, anlatıcı dönemin baskıcı ortamını da anlatır. “Beyoğlu’na geçişler daha sonradır. Çaycı dükkânlarında da sürekli musahabelere tesadüf edilirdi. İstibdat devri her nevi gizli toplanmaya bir kulp takarak halkı çil yavrusu gibi dağıttığı senelerde açık toplantılar da büyük değişikliklere uğramıştı. İftarlar seyrekleştiği gibi ziyaretlere dahi kısıntı gelmişti. buna göre evlerde toplanmak büyük tehlikeleri göze aldırmak demekti.” (s. 29) Padişahın hafiyeleri halkın arasına karışmıştır, iki kişi yan yana gelince hemen jurnallerler, kalabalıkların büyümesini engellemek en önemli işleridir. Anlatıcının “içeriden” aldığı bilgiye göre kaş göz işaretleriyle haberler alınıp verilmektedir, bir darbe girişimini bertaraf edebilmek için işi sıkı tutmaları gerekir. Daha çok kaynar halk, ne olacak, mümkün olsa namazları da yasaklayacak zihniyet nefes aldırmaz insanlara. Baskı başka türlü yansır, oruç tutanlar bile kuşkuyla karşılanır, dinî hassasiyet arşa ermiştir o dönem. İçkili olduğu anlaşılanlar tekme tokat dövülüp karakola götürülür, nüfuzlu kişileri muhtarla imam uyarır, Saray’a haber gider de hiçbir önlem alınmaz. Beyoğlu ve Galata’daki evler basılır, şüpheli bir durum varsa inzibat gelir, yabancılar ve misafirler en ufak bir şüphe uyandırsalar günlerce tevkif edilirler. Baskının gölgelediği bir Ramazan, ortalık it kopuk dolu aynı zamanda. Fener meselesi bu noktada önem kazanıyor, sokaklar çok karanlık olduğu için insanlar fenerle geziniyorlar da fenersizler hemen tutuluyor, bir temiz ıslatılıp hapse atılıyorlar çünkü fenersiz gezen sağlam ayakkabı değildir, fenalık peşindedir. Bu fenerler kültürün bir parçası haline gelmiştir, mevki sahipleri tuğ sayısını artırarak ne mühim insanlar olduklarını gösterirler. Fenersiz gezmenin tehlikeleri çoktur, saldırıya uğramak ihtimaldir de çukura düşmek veya köpekleri çiğnemek işten değildir. Gürültüyü duyan çevre evlerdekiler telaşla kalkarlar, eve hırsız girdiğini düşünürler, pencerelere üşüşürler. Bu fener atasözlerine girmiş, deyişlere malzeme olmuştur, mühim bahistir.
Rindler, çubuklar ve tütünler, anlatmadığı şey yok gibidir Rasim’in. Batum’dan gelen tütünleri beğenmez, Bulgar tütünlerini tatsız bulur, zaten tütünlerin eski tadı kalmamıştır. Söz söyletmez vardır, körük istemez kendi kendine yanıp biter, çeşit çeşit. Ramazan çalgıları uzunca bir bölümün konusudur, davulla ilgili malumat diğerlerinden fazladır. Gümbedegüm için farklı ritimler bulmaktan keyif alır davulcular, sokaklarda dolanıp mani söylerler, parayı cebe atıp başka pencerenin altına giderler. Üste başa verilen özen saraçların işleriyle de malumdur, teşkilat ve diğer mesleklerin güruhu oda, lonca, bir şey etrafında toplanmışlardır da yabancıların gelip üretimi kolaylaştırmaları veya getirdikleri kendi mallarını satmaya başlamaları işleri tepetaklak etmiştir. Saraçlık kuyumculuktan daha zordur, ustasının yetişmesi zaman alır da kalmamıştır artık o zamana, oysa zamanında Şah Cihan’a bile işlenmiş hediyeler gönderilmiş, hükümdarlardan biri hediyelere karşılık fil göndermiştir. Fil. Ne olduğunu bilmiyoruz buna, birileri araştırıp yazmıştır kesin. Esnaflardan bahsediyor Rasim, benim de son bahsedeceğim onlar olsun. Nostalji tabii, koca adam olan Rasim’in çocukluğundaki dünya yok artık, değişmiş. Sebebi tenceredeki yahniyi çalıp yiyen kedi olabilir, bu kedinin sırtında lamba patlatan adam birkaç evin, belki bir mahallenin yanmasına sebeptir. Yangınlar çıkar işte, şehir “temizlenir”, yeni yollar açılır. Zanaatla uğraşanlar bir bir ortadan kaybolurken anılar da yitmeye başlamıştır artık, anlatıcı üzüntüyle fark eder. “Çöküş devrine girdiğimiz zamandan itibaren her harp güvendiğimiz varlıklarımızdan birini alıp götürmüştür. Görmedik mi, az kaldı bu umumî harp de bütün varlığımızı toparlayıp götürüyordu.” (s. 113)
Vallahi azar azar okuyorum, Ahmet Rasim’in verdiği keyif neyle kıyaslanır bilmem.
Cevap yaz