Risk faktörünün ortaya çıkışı metnin ortalarında yer alıyor, başa koyuyorum: 1940’lardan sonra koroner kalp hastalığının sebeplerini bulmak, mümkünse tedavi yolları geliştirmek için Boston’ın Framingham nam banliyösünde beş bin küsur insan yirmi yıldan fazla bir süre gözlenmiş, araştırmanın el değiştirmesiyle gözlem nitelikleri değişmiştir de esas bu yirmi yıl önemli. Neyin gözlemleneceği başta pek bilinememiş, yüksek tansiyon vakaları örneklemden çıkarılacakmış da çıkarılmamış, böylece kalp arızalarının risk faktörlerinden biri azıcık da şans eseri kayıt altına alınmış. Sahada çalışan epidemiyolog veya istatistikçi yokmuş, düzeltmeler yapıla yapıla amaca ulaşılmış denebilir. Nedir, kolesterol, obezite gibi etkenlerin önemi ortaya çıkmış, birbirini tetikleyen olaylar anlaşılmış, sigaranın zararları anlaşılmış ama yan etkiler denebilecek harici ögeler için yapılacak bir şey yokmuş, başka araştırmaların konusu onlar. Framingham’da elde edilen veriler başlangıçta kamuyla paylaşılmamış, yıllar içinde şeffaflık önem kazanınca bilim insanları veriler üzerinden kendi araştırmalarını yapmaya başlamışlar, bu da büyük kazanç. “Risk faktörü yaklaşımı bir dizi sebepten dolayı cazip bulundu. Yaklaşım, kişilere sağlıklı olabilme yolunda farklı davranışlar ve hayat tarzı seçimleri arasında karar verebilecekleri bir yol haritası sunma potansiyelini taşıyor.” (s. 108) Bu potansiyel ilaç şirketleri ve sağlık kurumlarınca tüketim paketlerine çevrilmiş durumda, Aronowitz’in meselesi bu. Kanserden Lyme’a pek çok hastalığın orta-üst sınıfın cüzdanına göz dikmek için kullanıldığı, alt sınıfın ölüme terk edildiği bir sağaltma anlayışı. Tanzanya’ya gelen Güney Asyalı tipler demir iğnesi satmaya çalışıyorlar, vücudun ihtiyacı olan demiri almanın çok daha kolay ve ucuz yolları varken. Bill ve Melinda Gates sağ olsunlar, kurdukları veya destekledikleri STK’lerle Afrika’ya süper teknolojik aletler veya aşılar göndererek Güney’in yoksul insanını kurtarmaya çalışıyorlar da ekonomik etkenleri düşünmedikleri için eleştiriliyorlar, o aletlerin kullanılması için nitelikli insanın yetiştirilmesi ve aletin çalıştırılabilmesi için uygun ortam lazım, Afrika’da bunlara pek rastlanmıyor ne yazık ki. Aşılar var, Kuzey özellikle HPV aşılarının üretiminde son derece spesifik kıstaslar belirlediği için fayda etmeyecek tedaviler sağlık alanındaki küresel eşitsizliği daha da artırıyor. HPV tip 16 ve 18’e karşı geliştirilen aşılar belli bir coğrafyada yaşayan insanların en sık karşılaştığı arızayı gidermek için son derece uygunsa da Güney’in insanları farklı tipteki HPV’lere karşı duyarlı olabilir, üstelik iki tipe göre üretilen aşıların diğer tipleri azdırıp azdırmayacakları meçhul. Aronowitz onaylanmış tedavi yöntemlerinin dışındakilerde ne gibi sorunlar çıkacağının bilinmediğini defalarca söylüyor, bu konuyla ilgili 1990’ların Lyme aşısı faciasını anlatıyor uzun uzun. İki şirket Lyme aşısı geliştirmiş, bu hastalık kolaylıkla tedavi edilmesine ve çok ağır hasar bırakmamasına rağmen reklamlarla devleştirilmiş, orta sınıfın gözü korkutulmuş bir güzel. Aronowitz’e göre ahlaki, toplum sağlığını ilgilendiren dinamikler ortaya çıkıyor bu noktada, aşıların reklamından toplum sağlığını ilgilendiren durumlarla ilgili devletin kontrolüne pek çok bileşen incelenmeli. Halk deterjan reklamından sonra çıkan aşı reklamına tepki göstermiş olsa gerek, satış rakamları oldukça düşükmüş ve bir süre sonra aşı tedavülden kaldırılmış. Bunda yan etkilerin büyük etkisi var ama mevzu gizlenmiş, şirketlerle davacıların anlaştığı söyleniyor. Aşının pazarlanması bir yana, toplum sağlığını ilgilendiren bir meselenin ticaretine devlet ne ölçüde dahil olmalı? Lyme aşısını almak isteyenler almış, ölüm oranları binde ikiden binde bire düşmüş de pandemi zamanı gördük, devletler ücretsiz aşılama yaptı ve ücretli aşılara ses çıkarmadı diye biliyorum, isteyen parasıyla da vuruldu. Hindistan’daki HPV aşılarıyla ilgili yaşananlar da göz önüne alınmalı, PATH adlı bir şirket HPV aşısı üretiyor ve alt sınıfın bu aşılardan faydalanması için Hindistan’ın en yoksul iki bölgesinde merkezler kuruyor, ücretsiz aşılamalar başlıyor. Hindistan’da tartışma yaratıyor bu, meclisteki önemli bir grup şirketin aslında gelecekteki satışlar için altyapı oluşturduğunu, saha ve piyasa araştırması yaptığını iddia ediyor. İlaç şirketleri dünyanın farklı bölgelerinde de iş görecek aşıların üretilmesi için o bölgelerde tesis kurar ve sömürüye başlar, çekincenin kaynağı. “Bugün dünya çapında yeni bir hastalık ve risk alışverişi içerisinde olabiliriz. Bu seferki alışveriş, bulaştırıcı kaynaklardan ziyade ürünler ve tüketim örüntüleri üzerinden ilerliyor. Daha varlıklı toplumun tüketimle ilişkili sağlık riskleriyle daha erken karşılaşması ve bunların üstesinden gelme becerisi, daha fakir toplumlar açısından sağlık sorunları ortaya çıkarıyor. Mekanizmalar bambaşka ve nüfusun teması o kadar doğruda değil, ama Kolomb döneminde bağışıklıkları birbirine denk olmayan topluluklar arasındaki mikrop aktarımına benzer bir süreç bu.” (s. 199) Kuzey’in bol testle standartlaşmış tedavileri ve tedavilerin iyice belirlenmiş riskleri Güney’de tutmuyor, kaynaklar sınırlı olduğu için tedavi pratik değil, ekonomik uçurum sağlığı bu açıdan da etkiliyor.
Önleyici müdahalelerin olumlu ve olumsuz sonuçları Batı’daki sorunlara odaklanıyor. Olumlu sonuç erken teşhistir, korkuyu gidermektir, psikolojik rahatlamadır, farklı yollardan pozitif çıktılar var ama Aronowitz bu önleyicilikte kayışın koptuğunu söylüyor. Hormon replasman tedavisi 1980’lerden itibaren menopozun geciktirilmesi konusunda önem kazanmış ama menopozu patolojikleştirdiği, hormon tükenmesine indirgediği ve heteroseksist tahakküme yanladığı için iyi bir eleştirilmiş. Esas bomba 2000’lerin başında patlıyor, bu tedavinin(?) söylendiği gibi kalp hastalığı, felç ve demans bakımından bir yarar sağlamadığı, aksine meme kanseri riskinde ufak bir artışa neden olduğu ortaya çıkınca 2002’de fiş çekilmiş. Bu tür tedavi yöntemlerine şüpheyle yaklaşmamız gerektiğini söylüyor Aronowitz, en çok da doktorlara söylüyor zira riskleri de tedavi sürecine katmanın kaynakları heba etme tehlikesi var. Örneğin önlem olarak sağlıklı göğüs de alınmalı mı veya ışın tedavisi gerekmiyorken müstakbel tümörümüz, hayali düşmanımız için ışın yemeli miyiz? “Hele de seçeneklerden biri muhtemel yan etkileri ciddi olan bir önleyici ilaçsa veya gereksiz tedavi gibi zararlara yol açabilecek bir tarama testiyse, klinik belirsizlik neden otomatik olarak ‘Hasta karar versin’ gibi bir politika refleksiyle karşılansın ki?” (s. 227) Veriye göre politika üretmek sağlık sektörünün daha “sağlıklı” olmasını sağlayabilir, şu an için “suyundan da koy” önlemlerini alıyoruz, almazsak doktorumuz şaşırıyor ve sağlığımızı önemsemediğimizi bütün saflığıyla düşünebiliyor. Aronowitz çoğu arama tarama sonucu çıkan kütlelerin henüz tehlike oluşturmuyorsa alınmasına, mevzuyla ilgili cerrahi operasyonlara ve diğer tedavi yöntemlerine karşı çünkü gerek yok, en azından o an için. Kontrole devam edilebilir, yan etkileri can sıkacak önlemler almamalı. Sektör çoktan oluşmuş durumda, olmayan hastalık için ilaçlar alınıyor ve ilacın ortaya çıkardığı istenmeyen sonuçlar için başka ilaçlar alınıyor, sonu yok. Beni dehşete düşüren bebeklerin kalp atışıyla ilgili bölüm oldu, bir iki kez stetoskopla dinlemek yeterliyken kalp atışlarının başka zımbırtılarla sürekli takip edilmesinin sezaryen ve müdahaleli normal doğum oranlarını artırdığı kanıtlanmış. Bazı uygulamalar ortadan kalkarken bazıları aşırı yaygınlaştığı için duruyor, ultrason ikinci gruptan, ortadan bir anda kaybolan aşılar ilk grubun bir parçası.
Aronowitz sağlığımız bozulursa deneyselliğe ve aşırılığa kaçmayan yöntemleri denememizi istiyor, sağlığımıza kavuştuysak da kontrolleri abartmamamız gerektiğini söylüyor. Kanseri atlattıktan sonra kendimize dikkat edeceğiz, bir şeye yakalanmamışsak yakalanmışçasına tedavi görmeyeceğiz, doktorumuza panik yapmamasını söyleyeceğiz gerekirse, sakin olsun ve o mamografi isteğini elinden bıraksın.
Cevap yaz